29 Şubat 2012 Çarşamba

Mucizeler bazen mümkündür

Kitapları severim. Hem de çok. Ancak sevmediğim bir tarz varsa o da kişisel gelişim kitaplarıdır. Üç aşağı beş yukarı hepsi aynı şeyi zırvalar durur. Tekrarlar sıkıcıdır.
En son Secret adlı kitabın methi kulağıma gelmiş, hafiften sempati duyar gibi olmuştum. Nihayetinde kitabı birilerinden bulmuş muradıma ermiştim.
Her ne kadar çarpıldığımı söyleyemesem de en azından bu tarz kitapların bana göre olmadığına iyice kanaat etmiştim. Bu iyi bir durumdu.
Okumayı sevmediğim bir tarzın nasıl yazılabileceğini merak ettim.
Ali dayım delikanlılığa adım attığı yıllarda, ağabeyinin demir döküm fabrikasında çalışmaya başlamış. Üç beş yıl arızasız gitmiş gelmiş. Talihsizlik bu ya, günün birinde ayağının üzerine düşen ağır bir demir parçası hayatının kâbusu oluvermiş.
Aylarca süren tetkik ve tedaviler neticesinde dayıma, onarılması imkânsız bir durum ortaya çıktığı ve kendisini bundan böyle tekerlekli sandalyeye mahkûm bir hayat beklediği söylenmiş.
Ben dayımı tekerlekli sandalyesinde tanıdım. Her daim yüzündeki mütebessim ifade ile kadere caka satan bir tavrı vardı. Umutsuzluk veya kederden eser olmazdı onda. Bu yüzden onunla vakit geçirmek çocukluğumun en keyifli zamanlarındandı.
Ali dayım kedileri çok severdi. Bahçeli bir evde yaşadıklarından olsa gerek evde kedi beslemeleri bir tür ihtiyaç kabul edilirdi. Dayımın tekerlekli sandalyesine ne zaman dayansam her seferinde bana aynı tekerlemeyi söylerdi. "Kedi eti yedi. Yedi eti kedi. Eti kedi yedi. Hadi tekrar et bakalım" dediğinde ise istisnasız karıştırırdım. Ben yanılınca nasıl da keyiflenirdi. Kahkahadan boğulurdu neredeyse. Ben de sinirden kudurur "off dayı anladık, eti Şıllık yemiş işte" derdim. Şıllık onun can yoldaşıydı.
Dayımın yaklaşık on beş yılı o tekerlekli sandalyede geçmişti. Sonrası ise tam bir Secret.
O ara bir iki ay kadar dayımı görememiştim. Ne zaman evine gitsek odasına kapanmış buluyorduk onu. Kimseyle görüşmüyordu. En son bir arkadaşı uğramış yanına. Eline bir kâğıt tutuşturmuş. Kâğıtta uzunca bir dua yazıyormuş. Adam dayıma "al bunu" demiş. "Bu duayı bilmem kaç bin kez okursan dileğin gerçekleşir." O arkadaşı dayımın yanına bir daha hiç uğramamış, üstelik o civarda gören de olmamış. Anneme göre o adam iyilerdenmiş. Anlarsınız işte.
Sevgili dayım eline tutuşturulan duayı adeta inzivaya çekilip aylarca ve içtenlikle okumuş, Yaradan'ından çoğumuz için sıradan bir eylem olan "yürümeyi" dilemiş. Yetmemiş Tanrı ile pazarlık etmiş: "Yüce Rabbim!" demiş, "Eğer yürürsem ahdim olsun ki son nefesime kadar asla hiç bir vasıtaya binmeyeceğim."
Bu işten Tanrı'nın kârı ne olacak hiç anlamamıştım. Herkesin her şeyi anlaması gerekmiyormuş. Onlar aralarında anlaşmışken bana dut yemek düşermiş.
Kısa bir süre sonra dayımın yavaş yavaş yürümeye başladığına hepimiz şahit olduk. Şaka gibiydi her şey. Bir Türk filminin trajikomik bir sahnesindeydik sanki.
Dayım o günden sonra yani hayatının son on beş yılı yağmur çamur demedi, şehrin bir ucundan diğer ucuna sürekli yürüdü. Yorucu yürüyüşlerinin ardından eve döndüğünde onun yüzünde gördüğümüz şükür ve minnet dolu tebessüm bir insana ancak bu kadar yakışabilirdi.
Onu yürüten şey bir mucize miydi yoksa inanç ve pozitif enerjinin bileşke kuvveti miydi hiç anlayamadık.
Bir arabam olmadığı için zaman zaman hayıflandığım oluyor. Sonra dayım geliyor aklıma. İnsan araba sahibi olmak istediği için utanır mı kendinden?
Ben utanıyorum

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder