29 Şubat 2012 Çarşamba

TuluHat

Kabarık telefon faturalarımın sinirlerime yapacağı      tahribatı    en aza indirgemek adına her ay tarifeden tarifeye zıplıyorum. 

Arife tarife mi yok piyasada.

Tebdil-i hatta ferahlık vardır deyip en son geçtiğim serviste, ayda 3 liraya bilmem kaç bin tane mesaj hakkım var artık. Oldum olası haklarımı, sorumluluklarımdan çok sevmişimdir.

Artık sevdiklerimi aramıyorum. Akşama kadar elim işte, gözüm mesajda.

Yani ne bileyim. “Kaç kilo toz şeker lazımdı?” mesajını alırken duyduğum heyecanı tahmin edemezsiniz. Aynı soruyu bana telefonla doğrudan sorsalar ne gibi bir etkisi olabilir ki? Hiç.

Mevzuu; adrenalin.
Stephen R. Covey’ in “8. Alışkanlık” adlı kitabında geçen bir bilgiye göre yazmak; hayal etmek ve konuşmaktan çok daha iyi geliyormuş sinirlere.
Sebebi ise parmak uçlarındaki mevcut sinirlerin, bu aktivite ile hareketlenip beynimize gönderdiği olumlu sinyaller..miş.
Beyn-el antidepresan yani.

Son günlerdeki uysallığım bundan olsa gerek.

Gün içinde ustamla aramızda vuku bulan onlarca mesajlaşmanın akabinde, üç vakte kadar Türkçe’min ciddi manada darbe alacağını sezinleyebiliyorum.
Çünkü sırf zaman ve enerjiden tasarruf olsun diye (asla tembellik değil), malzemeden çalıp, ifadelerimde harfleri eksik kullanmaktan kaçınmıyorum.
Pek yakında genetiğiyle oynanmış kelimelerden çatma yazılarımla tanışırsanız şaşırmayın. (ama ne hikmetse, bağlaç olan “de” “da” ları ısrarla ayrı yazıyorum)

Leb demeden Çorum’ u anlamak da sizin becerinize kalmış artık.

Hpnzi çk sevyrm svgli okyculrm..Bni okmya dvm edn..
Hrkse de slmlar ayrc.

Uyusun da büyüsün

 Havalardan olabilir bir ihtimal. Tuhaf bir isteksizlik hali.

Ne kalem tutasım var, ne işe gidesim. Hele de evdekiler iş, aş isteyince harakiri yapasım geliyor. İş, aş derken öyle fabrikatör falan değilim. Devlet, hiç değilim. Kaldı ki devlet bile olsam, her şeyi devletten beklememek lazım. Bir evi idare etmekle, bir devleti idare etmenin farkını görememiş olmam, benim ne kadar aptal olduğumla ilişkilendirilmemeli.

Kadınların
yıl içinde, evde en az 10 kez kullanabilecekleri grev hakları olmalı. Hadi 5’e de razıyım. Her zaman söylemişimdir: Örgütlenmeden yaprak kımıldamaz bu ülkede.


Rize’nin Gito adlı muhteşem bir yaylası var. Çoğunuz adını bile duymamışsınızdır eminim. Gittiğimden değil, dostlarımın mutluluk resimlerinden tanırım oraları. Cennetten kırpılmış kondurulmuş dağın tepesine..

Gito’da çekilmiş, uçurumun kıyısında, tahtadan direklere tutturulmuş bir salıncağın resmini gördüm geçen. Aklıma mıh gibi çakıldı kaldı. Şu an orada olmak iyi gelirdi tahminim.

Gito’daki o salıncağa oturup saatlerce çekirdek çitlemenin verebileceği hazzı hiç bir şeye değişmem. Ne Mısır Piramitleri, ne Venedik Gondolları.


Sigara da keyif vermiyor bu ara.. Kaçak sigaralar ucuz olmasına ucuz da, tatları bi garip. Alışamadım onlara. Ruhumdaki asaletin nereden geldiğini bilmem ama bildiğim şey; ruhu kadar cüzdanı da asil olmalıymış insanın. Annem soyumuzun Mısır Araplarına dayandığını söyler dururdu. Bu yüzden Mısır’dan gelebilecek bir miras mektubu ile her an tüm hayatım değişebilir. “Bir mektup okudum, hayatım değişti” neden olmasın.


Hayatımın en önemli belirsizliklerinden biri ile daha karşı karşıyayım. Nefret ederim belirsizliklerden. Çok sevdiğim bir insan, ölümle yaşam arasındaki çizgide dahi kalsa, bir an bile düşünmeden, ya öteye ya beriye derim. Tahammül kavramım 7 yaşımda kemikleşmiş, sonrasında da bir gıdım yol almamış.

Bu yüzden yolda gördüğüm her papatyayı toplayıp eve getirir oldum bu ara. “Olacak, olmayacak, olacak, …”

Aile gibi bir kavramın içinde olmasaydım hiçbir işimin düzeni olmazdı.. Yersiz yurtsuz Red Kid’e duyduğum platonik aşk bundan. Ağzındakini alıp yerine kürdan tıkmalarını da hiç hazmedemedim ayrıca.


Annem mükemmel bir kadındı. Bu yüzden bütün işleri domino taşları gibi sıralı ve ahenkliydi. En muhteşem içli köfteleri de o yapardı zaten. Öldüğünde bir ömür başkaları için yaşadığının farkında mıydı acaba?

İçli köftenin ne işi var şimdi bu yazıda öyle mi? E tabii. Nereden bileceksiniz içli köftenin hayatımdaki derin izlerini. Anlatırım da, anlatmam. Hem keyfim yok, hem sigaram. Havadandır, havadan. Geçer.

Buraya kadar okuyup, yazıda halen düzen arıyorsanız, biraz pencereyi açın derim.


Niye kimse itiraz etmez ki bu tekdüze sıralanmış düzenlere? Dolaptaki baharat takımlarının boy sırasına dizilmesine bile uyuz olurum aslında.

Heey, size söylüyorum!!

Gito’daki o muhteşem salıncağa oturup bağırsam, karşıki dağdan ses gelirdi.


Orası dağ başı öyle mi? Burası şehir. Her şeyin düzeni olmalı. Ruhlar altüst olsun, hiç önemi yok.

Aslolan düzen.

Bu mudur beni üzen?

Aaa! Ne de güzel kafiyeli oldu. Aslında istemeden oldu bu. Özür dilerim. İstemeden o kadar çok hata yaptım ki hayatım boyunca. İstemeden ama bilerek. Biliyorum. Tanrı’ya ve kendime kocaman bir özür borçluyum. Kısa metrajlı berbat bir filmi andırıyor her şey. Bu yüzden öteki dünyada herhangi bir ödül falan beklemiyorum bu kötü filme. Ama bakarsınız en itaatsiz kadın oyuncu ilan edilebilirim de. O zaman, dediydi dersiniz. Mucizelere inancımı halen yitirmemiş olmam iyi bi şey.

Noktalama işaretlerine de taktım bu ara. Okuduğum yazıda hangi cümleye heyecanlanacağıma, nefesimi nerede alıp, nerede tutup, nerede bırakacağıma neden başkaları karar verir ki?

   Ben gerizekalı mıyım? Nefes benim değil mi hem.  

Alırım; istersem hiç vermem.

Dar kalıplardan hiç haz etmedim zaten.

Bu yüzden dar ayakkabı bile giymedim ömrümde.

Pijama takımları bile geniş olmalı insanın.

Olmalı ki, rahat rahat uyusun.

Uyusun da büyüsün.

Büyüsün de dar kalıplara girsin.





Bir şehri bırakıp gitmek

  Hayatınızın devrimlerini sayın desem kaça kadar sayabilirsiniz?

Bu sayı sizin ne kadar cesur veya ne kadar korkak olduğunuzun göstergesi olabilir mi?

Belki evet, belki hayır.

Şimdi lütfen iki dakika kadar gözlerinizi kapatın ve hayatınız boyunca yaptığınız büyük değişimlerinizi sırayla zihninizden geçirin.

İstifanız..evliliğiniz..bebeğiniz..boşanmanız..isteğe bağlı iş değişikliğiniz, vs..vs..

Ne çok devrim yapmışsınız değil mi? Kutluyorum sizi. Ne kadar cesursunuz.

Ya siz bayım?

1” de çuvalladınız mı? Çok yazık. Hayatınız boyunca, başka hiç büyük adımınız olmadı mı yani?
Kös kös yaşamak dedikleri bu olsa gerek. Sadece korkularınızı besleyerek geçmiş bir ömür.

Aslında çok şey yapmak istediniz ama ahh o kahrolası cesaret yok mu? Yokmuş. Gölgenizden bile korkarak yaşadınız. Sağduyunuz ne zaman “Hadi şu işe kalkalım” dese, sağırduyunuz “Otur oturduğun yerde oğlum!” dedi çünkü.

 Ama içindeki o korkak fareyi bir tek sen tanıyorsun. Yani resimde eksik bir kare var ve bunu bilen tek kişi sensin.

 İnsanlar ikiye ayrılır. Korkaklar ve cesurlar. Kimileri, bastığın yeri her defasında göreceksin öyle adım atacaksın der, kimileri de risk almadan Nirvana’ya ulaşmanın imkansızlığını pekala bilir.

Korkaklar, atacağı her adımda dünyasının altının üstüne geleceğine inanır. Onun olasılık hesaplarında; o dünyanın altının üstünden daha güzel olabileceği ihtimali hiç olmaz.

Faraza onca yıldır yaşadığınız şehri küt diye terk ettiğinizi düşünün. Şehri terk etmeniz için sıkı nedenleriniz oldu mu hiç?

Aş, aşk, eş, eğitim, çocuk, veya öfke. Gitmek için bunlara benzer herhangi bir neden, tetiği çekemedi mi şu ana kadar? Her şey her daim yolundaydı yani öyle mi? Cevabınız evet ise siz, ya gerçekten çok şanslısınız ya da dünyanın en korkak adamısınız.

Her gün gördüğünüz yüzler, yıllardır gidip geldiğiniz güzergah, mahallenizdeki bakkal, faturalarınızı aldığınız posta kutusu, her akşam oturduğunuz köşe, balkondan gördüğünüz resim.. Her şey bir anda boyut değiştiriverecek.      



 Bir sabah uyandığınızda, yatağınızın yanı başındaki terliklerinizi ayaklarınıza geçirip, camdan yeni şehrinizi seyrederken buluyorsunuz kendinizi.

Harika mı? Ürkütücü mü?

Eşekten düşmüş karpuza mı benzediniz, yoksa elinizdeki mis gibi kahveyi camın önünde yudumlarken, dünyaya yeniden gelmiş gibi mi hissettiniz kendinizi?

Göze alınacak risk, sanırım tam burada devreye giriyor.

Bir anda, coğrafyadan tutun da hava, insan ve eşya tamamen yüz değiştiriyor. Bunca yeninin yükünü bünyeniz kaldırır mı acaba?

Sadece iki seçenek kalıyor geriye. Her iki seçenekte de bir tek ortak cümle mevcut:

Hayat kısa.

Ya “Hayat kısa! Düzen bozmaya değmeyecek kadar hem de!
Ya da “Hayat kısa! Vira bismillah! Bekle beni yeni hayat!

Eller ve izler

Dolmuşta, otobüste yanıma oturan insanı çaktırmadan süzmeyi ben de severim. Her kadın kadar. Daha uzağı yoruyor zaten bünyemi. Yanımdaki, yakınımdaki ile yetinmeyi her daim bilmişimdir. Yazayım dedim bunu da elim değmişken.


 Esmer güzeli bir dilber. Aslında aynı kurumda çalışıyoruz. Lakin devrelerimiz farklı olduğu için o güne dek kayda değer bir muhabbetimiz yok. Tesadüf bu ya iş çıkışı aynı dolmuşta yan yanaydık.

Kısacık süren hava, su, toprak muhabbetinin ardından gözlerim ellerine takıldı. Oldum olası elleri önemserim. El yapısının insanların karakterleri hakkında kişiye yani bana ipuçları verdiğine inanırım.

Eller kara kutu gibidir zira. Onlara nasıl davrandığınız, hayatınızın seyrine yön verme şeklinizle doğru orantılıdır. Bir fincanı tutuş şekliniz bile bazen önemli olabilir.

Gözlerim ellerini bir radar gibi tararken baş parmağı ile işaret parmağının birleştiği noktaya doğru kazınmış erkek ismi dikkatimi çekti:

- Geçici dövme mi bu?

Küt diye soruvermiştim. Sana ne, dese yeriydi. Hiçbir samimiyetimiz yoktu ve sizli bizli konuşuyorduk. Neyse ki tevazu göstererek münasebetsiz soruma münasip bir cevap vermeyi tercih etmişti. Kibar insanları seviyorum.

-Hayır, gerçek dövme.

İçimdeki kahrolası merak iyiden iyiye körüklenmişti. Bu cevap beynimin ince kıvrımlarında yeni bir soruya gebeydi artık:

-Çok büyük bir risk değil mi sizce?

- Hangisi, kocamın ismini elime dövme yaptırmam mı?

- Elbette! Ya bir gün kocanızdan nefret etmeniz gereken bir durum olursa, ya onun adını bile hatırlamak istemezseniz? Ya bir gün biterse, ya bir gün giderse, ya…

Hiç nefes almadan soruyordum sorularımı. Şoka girdiğimi tahmin etmiş olmalıydı ki, gülümseyerek bana baktı:

- Durun bir dakika, sakin olun. Evet, biz bir iki yıllık evliyiz. Fakat yaklaşık on yıllık bir beraberliğimiz var. Bu on yıllık süreç içerisinde çok zorlu dönemlerimiz olmadı mı sanıyorsunuz? Fakat bu onun varlığını inkar etmemi gerektirmez. Gözünüzü kapatarak güneşi yok saymak gibi bir şey olur bu.

-İyi de bundan sonra ya çok daha fenası olursa? Bu iz ya bir gün çekilmez olursa sizin için? O zaman ne yapacaksınız?

Cevap beklediğimden sormuyordum artık.

“Demem o ki; çok cesursunuz hanımefendi, çok hem de. Tebrik ediyorum sizi.”

Bana söylediği şey makuldu. Sabit fikirli biri olarak bunu kabul edebilirdim:

-Onunla ne yaşarsam yaşayayım, ben onu çok sevdim ve onunla bir ömür geçirmeye talip oldum. Yapacağım en büyük iş bu olurdu, onu yaptım ve evlendim.

Haa, olur ki bir gün asla affedemeyeceğim bir şey yaşanırsa ve onu hayatımdan çıkarmak zorunda kalırsam o zaman gitmesi gereken gider.

Giden sadece beden, biten sadece sevgim olur. Yaşananlar, anılar, paylaşılanlar… Bütün bunları nasıl inkar edebilirim?

Ortada kocaman bir geçmiş var. Ben onu tarihimden silemedikten sonra şu lekenin varlığı veya yokluğu ne kadar önemli olabilir ki?

                                

Birden kendi ellerimle ilgilenmeye başladım. Günlerdir tırnaklarımdan tamamen yok edemediğim kırmızı oje lekelerine takılıp kalmıştım. Hayatımda ilk kez sürdüğüm ve halen tamamiyle kurtulamadığım lanet olası kırmızı ojeleri tırnak etlerimi acıtana dek kazımaya başladım.

Böylesi bir olgunluğu takdir edebilirim bu ayrı konu. Lakin bu tamamen bünye meselesi. Tırnaklarındaki kırmızı ojelerin iğne ucu kadarlık varlığını bile hazmedemeyen birinin kalıcı bir ize tahammülü olabilir mi?





İnsan insanın zehrini alır

Çoğu insan içine yığdığı suskunluğunu, sosyal paylaşım ve arkadaşlık sitelerinde bozdu. Bir yanardağ patlamasını andıran bu etkinlik sayesinde bir çoğumuz eskiye nazaran epey daha gevşemiş hissediyoruz kendimizi. Yoğun hayat telaşında sosyalleşmeye pek zamanı kalmayan bizler, asosyal olmaktansa, e-sosyal insanlar olmayı tercih ettik.

Bu çırpınışta beklenen sadece insan sıcaklığı olmalı. Bize yaşadığımızı hissettirecek küçücük bir işaret aldık mı, günü kurtardık sayarız hatta.
An gelir bir kapı tıkırtısı, bir ayak sesi taze kan etkisi yapar bünyemizde. Bazen bir telefon sesi, bazen karşımıza çıkan bir yazı, elektronik posta kutumuzun üzerindeki rakamlar sırf bu yüzden heyecanlandırırlar bizi.
Sabahları uyanır uyanmaz telefonunuzu açmanız, gün boyunca çok önemli işler peşinde koşturacak olmanızdan değildir sanırım.


Ne yapıp edip insan denen en şerefli mahlukatın kalbine akacak bir yol, bir iz ararız. Biliriz ki dünyadaki tek tokmaksız kapı insan kalbidir. Çünkü sadece o kapı içeriden açılır ve kapanır. Onca emek, sırf bu değer için verilir.

Bir çoğumuz oturduğumuz yerden teknolojinin sunduğu nimetlerle insanı fethetmeye çabalarken, teknoloji ile hemhal olamamış yurdum insanı da kendince çözümler üretmekten geri durmuyor.

Hedefini tam on ikiden vurarak hem de.

Karadeniz’in incisi, yeşil ve mavinin gergef gibi örüldüğü Rize, her yönüyle özgün bir şehir. Coğrafyasının aykırılığı, insanını da hayata karşı kafa tutmaya zorlamış. Bu şehrin sahip olduğu yüksek özgüvenin menşei eminim ki bu kadarla da sınırlı değildir.

Sedat Bey şehrin, şahsına münhasır insanlarından sadece biri. Zat- ı muhterem, Rize’nin İyidere ilçesinde ikamet etmekte. Kamyon şoförlüğü nedeniyle uzun yıllar yurt dışına gidip gelmiş. Son derece sosyal bir hayat yaşarken, geçirdiği bir kaza sonucu bir süreliğine zorunlu olarak eve tıkılmak zorunda kalmış. Ardından gelen emeklilik de tuz biber olmuş yaşadıklarına.

Tedavi sürecinin hemen ardından günlerce kendini evden dışarı atabilmenin yollarını aramış durmuş. En sonunda herkesi şaşkına çeviren eşi benzeri görülmemiş bir çözüm bulmuş.


Oturduğu apartmanın giriş katını kiralamakla başlamış işe. Tuttuğu daireyi dayamış döşemiş sonra da. Deri koltuklar, masa, sandalye, çay-kahve servisi derken kısa sürede teşkilatı kurmuş. Canlı çiçekler ve kafes kuşlarıyla da tamamlayıp yalancı bir cennete çevirmiş mekânı. Buranın ne tür bir işyeri olacağına akıl sır erdiremeyen yakınları merak içinde işin akibetini beklerken, Sedat Bey bombayı patlatmış:

- Burada sadece muhabbet alınır, satılır.

Dostlarıyla bir araya gelmekten son derece keyif alan Sedat Bey, sabah 8.00, akşam 20. 00 arası dükkânı açık tutuyor. Kendisinin dışarıda bir işi olsa bile, dostları anahtarın yerini biliyor.

Mekân, ilçe hiyerarşisinin en alt kademesinden tutun da, en üstüne kadar her statüden kişilerle gün boyunca dolup taşıyor.
Dairenin her türlü gideri de sadece Sedat Bey’in bütçesinden karşılanıyor. Dostlarının bütçe paylaşımı tekliflerini kesinlikle kabul etmeyecek kadar da gönüllü üstelik.

Kim ne derse desin Sedat Bey, hayata baktığı yerden son derece memnun.

Onun bu yaptığına “Allah akıl versin” diyen de çok oluyor,

“Bu devirde..böylesi..helal olsun!” diyen de..

O mutlu ya! Kime ne!

Güz mektupları -2-

Şu güz bir geçse de rahatlasam. Bu mevsim bitmeden hüzün bırakmaz yakamı, bilirim


 Annemin güzleri sakin geçerdi. Duygusal geçişten söz ediyorum. Belki de çocuk aklımla bana öyle gelirdi.

Salçaydı, turşuydu, reçeldi derken pür telaş kışa girerdi zaten. Güzün ona hüzün getirdiğini hiç bilmem. Belki de ben bilemedim.


Mutsuzluğa vakitleri kalmazdı sanki. Misal her perşembe, annemin çamaşır günüydü. Müstakil evimizin bahçesine kara kazan kurulur, beyazlar sakız gibi olana dek kaynatılırdı. Gün içinde çöp dökmeye giden komşu kadınların, avlu duvarına yaslanıp annemle yaptıkları ayaküstü muhabbetlerin tadı da başkaydı.

 Kazanın altını harlamak benim görevimdi. Her harlayışın ardından duvarın kenarına siner, ellerimi çeneme dayardım. Bıkmadan annemi izlerdim. En sevdiğim filmi izler gibi. Hiç yorulmaz mıydı bu kadın! Her gün yapacak bir işi olurdu zaten. Hele de ekmek yapma günü vardı ki, evlere şenlik! Bir yandan bazlamalar pişer, bir yandan yenirdi. Muhabbet gırla tabii. Bir de bakmışız akşam olmuş. Gün kararınca yorgun ama huzurlu uyuyuverirdik.

 Duvarın dibine sinmiş küçük kız hiç büyümüyor. Çoğu zaman hayatı oradan seyrediyorum. Bazen beni üzen insanları, duvarın dibinden fırlayıp leğenin başında duran anneme şikayet edesim geliyor. Annem de onları, kazandaki çamaşırları bastırıp durduğu oklavasıyla bir güzel sopalasa istiyorum.

 Babam ise hayvan delisiydi. Bir gün köpek getirirdi eve, bir gün koyun, bazen de bir kasa civcivi döküverirdi avluya. Onları yemleme işini başıma bela etmese yine gam yemeyecektim. Her gün, elimiz yüreğimizde bekler dururduk, acaba bugün ne gelecek eve diye. Adamcağız köyünü özlermiş de biz bilemezmişiz.


Nasıl bir fanteziyse artık; bir gün tutup eşek getirmişti eve. Evet evet, bildiğin eşek.

Söz de dinlemezdi rahmetli. Neyse ki ev bahçeliydi. Ne kadar yapma, etme dediysek de, “Bahçede bakarım ben buna, karışmayın yahu!” diye tutturdu. Bahçedeki kayısı ağacına bağlayıverdi hayvanı. Eşek anırmasından geceleri uyuyamaz olmuştuk. Tek uyuyamayan biz değilmişiz Allah’tan. Komşular üç gün sonra sapır sapır dökülmeye başladı kapıya. Zavallı hayvanın köye dönüşü mutlu sondu biz, komşular ve eşek için. Bazen olur öyle; kimilerinin hüznü kimilerine halaydır.

 
 Beynimin arka odalarından biri tozlu bir arşivi andırıyor. Kara kazan, Karakaçan, reçeller, turşular, eşek anırmaları.. Hepsi özensiz üst üste yığılmış. Hangisini çeksem, ötekisi düşüyor önüme. Atsam atılmıyor, satsam satılmıyor.

Bu yüzden sirkülasyon iyi bir şeydir.

 İnsan en çok güzün özlüyor kaybettiklerini. Kolu bacağı dökülürken doğanın, ben de dökülüyorum.

Arka odanın kapısını çekmeliyim şimdi. Yine gelirim. Sözlerimin hiç birini tutamamış olmam, bundan sonrakileri de tutamayacağım anlamına gelmez.

Geleceğim, söz.

Güz mektupları -1-

Bu sabah ablamla konuştuk. Telefonda heyecanını gizleyemiyordu:

-Bil bakalım senin hangi çocukluk fotoğrafına rastladım bugün?

İnsanın çocukluğa ait topu topu iki resmi olunca, tahmin etmek çok zor olmuyor.

Dinlemeye devam ettim:

“Bir deniz kenarındayız bak burada. Sen yedi, bilemedin sekiz yaşlarında falansın. Bütün kız kardeşler bir aradayız hatta. Ama en tuhaf sensin. Sahi niye böyle?”

Hayatı aykırılıklarla geçmiş biri için, bir fotoğraf karesi ne ki abla? diyemedim tabi.

Onun yerine:

-Hatırlıyorum o resmi.

Gülmeye başladı. Ama saçların da çok komik!

-Haklısın abla. O resmime ben de çok gülerim.

Aslında resim, tipik bir sahil karesi. Mayolu, güneş gözlüklü insanlar, kumsalın üzerine çökmüş, arka fonda deniz falan..öyle işte..

Ama o resimde sıradan olmayan bir şeyler var. Misal benim kıyafetlerim. Herkes şortla, mayoyla poz verirken, benim üzerimde kollarını dirseğime kadar kıvırdığım kire kör renkte merserize bir kazak, alttan da basma bir şalvar. Diz çökmüş ve ellerimi dizime koymuşum. Saçlarım kısacık, Hülya Koçyiğit’in besleme filminden kopyala yapıştır yapılmış sanki.

Arkamda ablalarımdan başka iki kadın daha var. Rebecca ve Amanda. Benim yanımda tıpkı benim gibi diz çökmüş genç ve yakışıklı iki adam var. Biri Peter, diğeri Criss. Kanada’dan gelmişlerdi. Biz kamyonla denize giderken, onlar da yolda otostop çekmişler, babam da kamyonun kasasına atlamalarını işaret etmişti. Ablama onların isimlerini saydığımda hayretler içinde kaldı:

- Nasıl hatırladın sen o isimleri.

Evet abla. Unutmak mutluluktur. Bu yüzden mutsuzum sanırım..



Resme takıldım gün boyu. Ailenin beşinci kızı olarak dünyaya gelince bir yere giderken de “Bak başının çaresine!” durumları hasıl olurmuş belli ki. Ben de karıştırdığım çamaşır selesinde o kazakla, basma şalvarı kaptığım gibi kamyonda bulmuşum kendimi.

 O güne çok içerlemiştim aslında.. Herkes güzel güzel giyinirken, ben külkedisi gibiydim. Bunu ertesi gün dert ortağım Polis amcaya anlatmıştım hatta.

 Adının “Rafet” olduğunu salâsı verilirken öğrenmiştim. Evlerimiz karşılıklıydı. Elli- altmış yaşlarında falandı. Polis memuruyken bir yaralanma sonucu malulen emekli olmuştu. Bu yüzden tüm mahallenin Polis amcasıydı.

Baharla beraber yol kenarındaki incir ağacının altına tekerlekli sandalyesiyle gelir, güz gelene kadar da içerde gün geçirdiği olmazdı.. Her gün öğleden sonra incir ağacının altına bakar, onu görür görmez yanına koşardım. Çünkü o yaşlarda beni sadece o dinlerdi. Anlardı demiyorum, lütfen. Çünkü çoğu zaman anlaşılmak için değil, sadece birileri dinlesin diye konuşuruz.

 Belki kaçamadığı için mecburdu beni dinlemeye. Bunu hiç öğrenemedim. Beni dinlemekle kalmaz, çoğu zaman anladığına inanırdım. Gözlerimin içine bakarak konuşurdu benimle çünkü. Gözlerimin içine bakarak konuşan insanlara güvenmeyi ondan öğrendim hatta. Sadece gazetesini okurken gözlerini ayırırdı benden. Zaman zaman buna sinirlenir, bacak kadar boyuma bakmaz, “Ne olur sesli okusana Polis amca” derdim. Önce güler, sonra dediğimi yapardı. Bizim eve gazete girmediğinden gazeteden haber almak sıra dışı bir şeydi.

Ailenin beşinci kızının dünyaya geldiği gün, babam İzmir’deymiş. Birkaç gün sonra doğum oldu mu diye evi aramış. Oldu demişler. Erkek çocuk delisi babam ne oldu diye heyecanla sormuş. Derin bir sessizlik olmuş o an telefonda. Herkes susunca “biri kız doğurdu” denir ya, o biri, annemmiş işte. Sonra babam İzmir’den İstanbul’a yük almış ve bir ay boyunca eve dönmemiş.

Bunu bir tek Polis Amca’ya anlatmıştım. Gözlerimin dolduğunu görünce “ Bu güzel gözlere yaş dolmasın bakayım, bak kızarım sonra” demişti. Ben gözyaşlarımı silerken, “Sür bakalım sandalyemi de mahalleyi turlayalım” demişti.

En sevdiğim iş onu tekerlekli sandalyesiyle gezdirmekti çünkü. Bunu bilirdi. Sonradan anladım bunu o gün kasten yaptığını. Dolaşmayı sevmezdi o çünkü. Tek meskeni o tozlu incir ağacının altıydı.

Çok büyük acılar çekerek öldüğünü hatırlıyorum. Son zamanlarında o kadar çok ağrısı olmuştu ki, geceleri mahalle inim inim inlemişti bağırtısından. Bir keresinde anneme sorduğumda “Kötü hastalık kızım” demişti.

Ölüme adım adım yaklaştığı günlerde , geceleri acıdan avaz avaz “Nilgün!!! Kızım!!! Neden gelmiyorsun yanıma, canım çok yanıyor Nilgüünn!” diye haykırışı kimi geceler halen kulaklarımı tırmalar.

Kötü hastalık neden iyi insanların başına musallat olur ki ?

 Dışarıda öldüresiye yağmur var yine. Şehrin insanları maskeleri kollarının altında hızlı adımlarla evine gidiyor şimdi..Şair demiş ya:


                                                 Islak sokaklar mevsimindeyiz artık.              

                                                 Bu kalabalık şehre hüzün yağar bu zamanda.

                                                 Yalnızlık yağar caddelerine.

                                                 Darmadağın saçlar, ıslanmış yüzler hep yere bakar.

                                                 Kahvelere bile dert yüklenir

                                                 Çayları daha bir demlidir..

                                                 Herkes kendi türküsünü söyler bu şehirde,

                                                 Sadece kendi acısına ağlar.

Gene başım çatlayacak gibi. Ne zaman yazı yazmaya kalksam böyle oluyor. Güz sancısı ağır geçer, sanırım bundan. Bir büyücü kadın tanırdım eskiden. Ne zaman büyülerle uğraşsa o gece uyuyamadığından yakınırdı.. “Gene uyutmadılar” derdi.

                             Beni de kelimelerim uyutmayacak bu gece.
                             Büyüden beterdir kelimeler.
                             Her şeye rağmen, asıl yazmazsam marazlanırım ben.

Adak

Çok zayıflamıştı. Hasta değildi bildiğim kadarıyla. Yıllar bedenini ne kadar da eskitmişti. İri kıyım bir adamdı oysa bir zamanlar. Küçülmüştü sanki. Vücudunun etleri sarkmış, gözlerinin feri gitmiş, bir deri bir kemik kalmıştı. Yüzü ise her zamanki gibi tıraşlıydı.

Annem ne zaman onu ziyarete gideceğimizi söylese içim pır pır ederdi. Belki bana her seferinde dondurma verdiğindendi, belki de cebime sıkıştırdığı harçlıklardan. Tanıdığım tartışmasız en asil adamdı. Halen öyle.

Onu her gördüğümde karşımda bir dev var sanırdım. Şehir parkının en baba dondurmacısıydı. Çarşıya ne zaman gitsek annemle muhakkak yanına uğrardık. Bazen de annemin leziz yemeklerinden sefer tasına koyar ona götürürdük. Böyle zamanları iple çekerdim. Çünkü o zamanlar şimdiki gibi her bakkalda, o ruhsuz, hazır dondurmalardan bulunmazdı. Küçücük boyumla tezgaha yapışır, kocaman renkli dondurmalardan oluşan külahı bana uzatmasını hevesle beklerdim. Hiç şaşmazdı çünkü.

 Yaş aldıkça daha da yakışıklı olan erkeklerdendi zannımca.

Büyüdüğümde de değişmemişti. Hep asil, hep mağrurdu duruşu. Ne zaman ne yapacağı her daim belli adamlar olur ya, işte onlardandı.

Anneme sordum bir gün. “Dayım neden hiç evlenmemiş anne?” diye.



“Sen onu gençliğinde görecektin kızım” dedi önce. Ayhan Işık derdi herkes ona. Esnafta onun kadar yakışıklısı, beyefendisi görülmemiştir. Ne kadınlar koştu peşinden de, hiç birine eyvallah etmedi.”

Neden evlenmez ki insan onca taliplisi olur da. Aklım almıyordu. En azından o dönem öyle düşünüyordum.

Bir gün tek başıma yanına gittim. Yine dondurma yedik beraber. Sonra cebime harçlık koydu. Almak istemedim. Kocaman kız olmuştum nihayetinde.

“Sen talebesin, al şunu” dedi. Herkes gibi ben de bilirdim onun lügatında ısrar olmadığını. İşime de gelmez değildi hani. Utana sıkıla alıp cebime koydum. Sonra döndüm damdan düşer gibi sordum:

-Ya dayı, sen harika bir adamsın, neden yalnızsın, dedim.

Buruk bir gülümseme yayıldı yüzüne. Dondurma yediğimiz tabakları üst üste yığmaya başladı. Belli ki ayak sürtüyordu konuşmamak için. Israr ettim.

 “On kardeşten birinin kendini feda etmesi gerekiyordu yetimlere. Yetimler dediği; biri kız, diğeri erkek kırk küsur yaşını bulmuş biri bedensel, diğeri hem zihinsel, hem bedensel engelli kardeşleriydi. Devam etti sonra:

“Baksana herkes kendi yuvasını kurdu. Çoluğuyla çocuğuyla mutlu mesut yaşıyor. Ben de evlenseydim, kim bakacaktı bu gariplere.”

Sustum. Konuşamadım. Tüm kelimeler yer yarıldı da içine girdi sanki.

Her akşam iş çıkışı eve gidiyor, onlara yemek yapıyordu. Gerekirse çamaşırlarını yıkıyordu. Senelerce yaptığı fedakarlık, üzerine zamk gibi yapışmıştı.

 -Hiç mi sevmedin kimseyi, dedim bir ara.

“Sen de amma soru sorar oldun mektepli olalı” deyip gözlerini kaçırdı.

 Belli ki bir gönül yarası vardı. Kimbilir ne efkarlı geceler yaşamıştı onca yıl bir başına. Ne gel-gitler.. Belki de bu yüzden çok içiyordu.

Eve döndüğümde anneme anlattım konuştuklarımızı.

“Sevdi.. hem de çok sevdi” dedi. Çok zengin ve güzel bir kadındı. Ee.. dedim, kadın mı istemedi dayımı? Olur mu, dedi annem. Kadın çok yandı tutuştu da, bizimkinin eşşek inadı işte. Yetimlere kim bakacakmış diye tutturdu. Bunca kardeş ortada bırakmazdık elbet onları. Ne kadar “sen düşünme onları” dediysek de, “olmaz” demiş kadına. Benden sana hayır yok, diye haber salmış. Kadın bana geldi bir keresinde “Ben bakarım yetimlere. ” dedi ağladı, yakardı. Yeter ki evet desin bana, dedi.

Gittim anlattım dayına. Böyle böyle diyor kadın dedim.

“Abla dedi, el kızı üç gün bakar, dördüncü gün yük sayar dedi.

Bir daha da açtırmadı konuyu zaten.

 Kahrolmuştum. Fedakarlık güzel bir şeydi belki ama. Bu kadarı da kendine haksızlık değil miydi? Değilmiş. İnsanın kendi için yaşamayı unutması gereken zamanlar varmış. Kimi zaman bir ömürmüş.

 En son bir iki sene evveldi . Onu görmek istedim. Geniş bir avlu içinde, iki katlı ahşap bir evde yaşıyordu. Alt kat yetimlerin, üst kat da onundu. Üst kata dışardan derme çatma bir merdivenle çıkılıyordu. Doğrudan yanına çıktım. . Küçücük bir odadan ibaretti kat dediğim. Odada tek başına, eski bir masanın kenarında öylece oturuyordu. Koca bir hayatı özetlercesine. Bir kolunu masaya dayamış, diğeriyle dizinden destek alıyordu. Bir ara masanın altına gözüm takıldı. İçki şişelerini oraya istiflemişti. Evde hayat belirtisi yok denecek kadar azdı.

Çalkanıp ters çevrilmiş bir çay bardağı, plastik şeffaf bir şekerlik, bir paket kısa Samsun sigarası ve bir de küllük masanın üzerinde durmuş bana caka satıyorlardı: “Sen yoktun ama biz hep onunlaydık” der gibi bakıyorlardı. Yatağın başucunda duran piknik tüp ve üzerinde isten kapkara olmuş bir çaydanlık halinden memnun görünüyordu.

 Beni görünce keyiflenmiş, gözleri ışıldar gibi olmuştu. Bunu sezmiştim. Sarıldı öptü. Çok özlemişim seni, dedi. Ben de çok özlemiştim ama onu öyle görmek içimi çok acıtmıştı.

“Vefasız çıktın hayırsız” dedi gülerek..

“Dayı, gurbet işte, ha deyince kalkıp gelinmiyor ki” dedim.

-Sen nasılsın, bir ihtiyacın var mı? diye sordum. Hiç tanımamış gibi soruyordum ben de. Açlıktan ölse, açım demezdi. Bilirdim.

-Sağol, dedi.

Çok zayıflamışsın, hasta mısın yoksa? diye sordum.

-İştahım yok ki. Canım hiçbir şey istemiyor.

Öylece birbirimize baktık. Sessizliği ilk bozan o oldu:



-Yetimleri sahibine teslim ettim Nilgün, artık ölsem de gam yemem, dedi.

 Boğazım düğüm düğüm olmuştu. Kocaman bir taşı sanki gırtlağıma tıkamışlar, ne aşağı iniyor, ne yukarı çıkıyordu. Güçlükle konuştum:

Duydum, dedim. İçin rahat mı şimdi, bir ömür adadın kendini onlara..

Cevap vermekte gecikmedi:

Herkes birilerine adamıyor mu sanki kendini. Ha biri, ha öteki. Benimki de varsın, böyle olsun.”

Haksızsın diyemedim.



O zaman hadi gidiyoruz, dedim. Hem de şimdi. Hiç itiraz istemiyorum.

- Nereye? dedi.

Benimle geliyorsun, bize gidiyoruz. Bizimle yaşamak istemez misin hem?

Güldü. Meydan okuyan bir gülüştü ama bu.

 -Ben buradan başka hiçbir yerde yaşayamam, dedi. Buraya aitim. Almanya’daki dayın geçen geldi, Mersin’deki villasının anahtarını bıraktı, aha şu sehpanın üstünde duruyor. Git orada yaşa diyor. Ben bu çatının altından başka yerde huzur bulamam, kimse bilmez tabi..

 Israr edemedim çünkü bir insan ancak bu kadar kararlı görünebilirdi. Sustuk öyle. Bir süre hiçbir şey konuşamadık. Kulaklarımın zarını patlatan sessizliği bozmak istercesine elimi çantama attım. Cüzdanımda ne kadar para varsa hepsini çıkarıp üzerindeki yeleğin cebine sokmaya çalıştım. Engel olmak istedi.

 -Lütfen

 Pes etti. Onun bir ısrara karşı koyduğuna ilk defa şahit oluyordum. Eminim ki hayatında ilk kez bir başkasından bir şey alıyordu.

Hayatı boyunca hep vermiş biri için, almak en zor olanıdır.

Ağlamaya başladı. Hem de hüngür hüngür. İç çeke çeke. Birlikte ağladık. Yılların sessizliğini bu gözyaşları ile bozuyordu. Bir ömür susuşların intikamıydı bu sel olan yaşlar. Çığlık çığlığa bir şeyler haykırıyordu gözpınarları.

Kulaklarımı tıkamak istedim.

Çocukken yaslanıp, dondurma beklediğim tezgah üstüme yıkılıyordu. Dondurma tezgahının ardındaki o dağ gibi adam geldi aklıma. Algılarla beraber hayatlar da değişirmiş işte.

Sonra kalkıp bir bardak su verdim ona. Yarısını içti. Kalanını da ben içtim. Vedalaşmak için ayağa kalktım. Doya doya sarıldık. Tam gidecektim ki arkamdan seslendi:



-Buyur dayı, dedim. Yoksa fikrini mi değiştirdin, geliyor musun benimle?

Güldü.

-Yok, dedi.

-Gel, bak şu perdenin arkasında antika bir radyo var. Hakan çok yalvardı bu radyo için ama vermedim bak, sana sakladım, az daha unutuyordum. Al götür onu. Baktıkça beni hatırlarsın. Çalışır da ha, bakma sen onun eski olduğuna. Gerçi fişe takıldıktan yarım saat sonra ancak ses verir ama sonunda çalışır.

İkimizde bir yandan ağlıyor, bir yandan gülüyorduk.

 Duramamış, yine vermişti işte. Almasam üzülecek, alsam hafifleyecekti.

“Çok severim ben eski şeyleri” deyip sırtladım koca radyoyu.

 Bu onu son görüşüm oldu. Keşke cenazesine gitseydim diyorum bazen. Ama hayır. Buna hiç dayanamazdım. Sevdiğim insanları öylece hareketsiz, savunmasız, hissiz ve soğuk görmeye hiç tahammülüm olmadı.

04.30 treni

Saatlerdir sokakta aylak aylak dolaşmaktan yorgun düşmüştüm. Babamla bu sabah yine birbirimize girmiştik. Son günlerde iyice sıklaşan kavgalarımız evde yaşayan herkesi canından bezdirmişti.
Kemanımı sırtlayıp kapıyı çarptığımı hatırlıyorum en son. Akşam eve dönmek istediğimden emin değildim. Öğleden sonra keman kursum vardı, onu aksatmamalıydım. Bu ara severek yaptığım tek işti bu.

Şilan, kursta bana en yakın olan arkadaşımdı. Keyifsizliğimi fark etmiş olmalı ki canımı sıkan şeyin ne olduğunu sorduğunda ona, sabah olan biteni özetlemiştim. Eve dönmek istemediğimi ekleyerek.
Beni evine bu gece kalmam için davet edince bir an yerimi, yatağımı yadırgayabileceğim aklımdan geçti. Artık yaşamı bile yadırgar hale gelmemin yanında bunun çok önemli olmayacağını düşünerek teklifini kabul ettim.

Yalnız küçük bir sorun daha vardı. Kocası bu davete ne derdi? Çünkü Şilan'ın bana anlattığı kadarıyla adam en küçük şeyden evde huzursuzluk çıkaran, vara yoğa sinirlenen şirret herifin tekiydi.
- "Peki ya kocan, o ne der bu işe? Ya sana kızarsa?" diye sordum.
- "Rahat ol, " dedi. "Onun derdi sadece benimledir."

Eve dönmeyecektim ve geceyi sokakta geçiremeyeceğime göre onun evine gitmekten başka şansım görünmüyordu. Kurs çıkışı Şilan'la ayrılmıştık. Biraz kafa dinlemeye, yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Elime verdiği adres yazılı kâğıdı cebime attım ve akşama doğru evinde olacağıma dair ona söz verdim.

Gün batmadan Şilan'ların kapısının önündeydim. Müstakil evlerinin küçük ama düzenli bir bahçesi vardı. Şilan, kocasının bahçe düzenindeki hassasiyetinden birçok kez söz etmişti.
Bahçe duvarının hemen yanındaki yoldan geçenleri bu çiçeklerin birbirinden hoş kokuları selâmlıyordu. Bu muhteşem güzelliğe rağmen Şilan'ın halen çiçek sevmediğine akıl sır erdiremiyordum.

Ev ve bahçe kapısı arasındaki renk uyumu, tasarımcılara taş çıkartacak derecedeydi. Adamın belli ki zevkli ve uyumu önemseyen bir yanı vardı. Belki de ilişkilerinde ve hayatın seyrinde tutturamadığı düzen ve ritmi, eşyaya yönlendirerek rahatlıyordu.
Bahçeye açılan geniş ve hayli ağır demir kapıyı sola doğru ittim. İnce rayların üstünde hareket eden küçük demir tekerleklerden çıkan gürültü evin içine kadar gitmiş olmalıydı ki, az sonra Şilan kapıda göründü.

Keman kursuna gidip geldiğimiz sürece Şilan'la birbirimize kısa sürede alışmış, dost olmuştuk. Genelde o anlatır, ben dinlerdim. Kocasından nefretle bahseder, ama baba evine asla geri dönemeyeceğinden dem vururdu.

Onun, gitmek ve kalmak arasındaki ince çizgiden bir adım öteye ilerleyemediğine defalarca şahit olmuştum. Her seferinde benzer şeyleri anlatmasına rağmen ondan hiç sıkılmıyordum. İnsan hiç bir şeyi değiştiremese de, bazen sadece dinleyerek karşısındakine huzur verebilirdi. Bunu yapıyordum.
Birlikte içeri girdiğimizde Şilan'ın ilk işi bana bir bardak soğuk limonata getirmek olmuştu. Bu, içimdeki harareti bir parça söndürebilirdi belki. Bardağı bana uzattıktan sonra karşıma oturmuş bir süre öylece bana bakmıştı. Bir iki soru sorsa da pek oralı olmamış susmayı tercih etmiştim.
- "İstersen birkaç gün burada kal, kendini iyi hissedene kadar en azından, olmaz mı?" dediğinde ona bakıp gülümsedim ve olur manasında başımı salladım.

Şilan'ın kocası henüz eve gelmemişti ama az sonra geleceğini bilmek beni huzursuz etmeye yetiyordu.
Korkunun ecele bir kez daha faydası olmamış ve doğal olarak adam evine gelmişti. Beni gördüğünde önce biraz şaşırmıştı. Açık yeşil gözlerini üzerime dikmiş, donuk bir ifadeyle öylece bakakalmıştı.
Bana başıyla uzaktan bir hoş geldin işareti çakması, tek bir kelime etmeden salondan mutfağa geçmesi, en korktuğum bölümün, en az zararla atlatılmasıydı. Bazen olabileceklerin tahmini, yaşanacaklardan çok daha ürkütücüdür.

Onlar mutfağa geçince ben çoktan arazi olmuş, Şilan'ın bana gösterdiği, sadece misafir geldiğinde kullanıma açıldığı anlaşılan küf kokulu, koyu renk perdeleri olan izbe odaya atmıştım kendimi.
Rutubetten yer yer yeşermiş koltuğa, dizlerimi göğsüme çekerek oturmuştum. En sevimsiz ruh halime bürünmüştüm. Belirsizlik… Bir saat sonrasını bilememek, tahmin bile edememek nasıl da kahreder insanı. Saatlerce aynı pozisyonda oturduğumu, ayaklarımdaki karıncalanmadan anlamıştım.
Salondan mırıltılar geliyordu. Yerimden kalkıp kulağımı kapıya dayadım. İçerden gelen seslerden kalın olanı giderek yükseliyordu. Karşısında ise aralıksız yalvaran kısık bir ses:
- "Ben sana demedim mi, bu bahçe dağılmayacak diye! Ne zaman kadın olacaksın sen, söyle! Ne zaman?"

Şilan'ın sesi o kadar derinden geliyordu ki, söylediklerinden hiç bir şey anlamıyordum.
Şilan'ın annesini düşündüm. Acaba şu yaşananları görse hiç tereddüt etmeden kızını bu cehennemden kurtarır mıydı? Yoksa sadece "bu senin kaderin" demekle mi yetinirdi.

Şilan bir keresinde, bu evliliğin kötü gideceğinin, annesinin içine doğduğunu anlatmıştı. Nişanlıyken, dünürler bir gün gelin bohçası getirmek için Şilanların evini aramışlar. Ahizeyi Şilan'ın annesi kaldırmış ve telefonda evin reisiyle görüşmek isteyen kişinin damadın babası olduğunu tanıyamamış; "Siz kimsiniz?" diye sorma cüretinde bulunmuş. Hay sormaz olaymış.
Adam her şeyden önce parayı gören, görgüsüzün teki olduğundan, "ne yapacaksın kim olduğumu? Boynuma tasma mı takacaksın öğrenip de?" şeklinde cevap verince, kadıncağız utancından yerin dibine geçmiş.
O olmuş, "bu adamlardan hayır gelmez benim kızıma" demiş. Şilan diretmiş, annesini zor ikna etmiş bu evliliğe.
İçerde bağrışmalar devam ederken, buna bir de yerlere fırlatılan, kırılıp dökülen tabak çanak sesleri eklenmişti. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Ökseye tutulmuş kuş gibi titremeye başladım. Ne yapacağımı bilmez haldeydim. Lânet olsun, nereden çıkıp gelmiştim buraya sanki!
En kötü kararın kararsızlıktan iyi olduğunu düşünerek bir hamlede salona attım kendimi.
- "Yeter artık! Ne yapıyorsun sen?"
Deli gibi bağırıyordum. Sadece bağırmakla kalmıyor, aynı anda hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. İkisi de donmuş bana bakıyordu. Adam bir anda öfkeyle üzerime doğru yürümeye başladı.
Kıpırdayamıyordum şimdi de. Üstüme bir karabasan çökmüş, ne bağırabiliyor, ne kaçabiliyordum. Biri gelip ayak bileklerimden aşağı bir kova beton dökmüştü. Gözlerimi kapatıp o koca ellerin boğazıma geçmesini beklemeye koyuldum.
Aramızda bir nefeslik mesafe kalmıştı. "Bana bak!" diyordu. Sinirden dişlerini birbirine kenetleyerek konuştuğu için daha neler dediğinden çok emin olamadım. Gözlerimi açıp ona baktım. Çağla yeşili gözlerinden saçılan alevlerin yakıcı sıcaklığını suratımda hissedebiliyordum. İşaret parmağını bana doğru sallayarak odaya dönmemi emrediyordu.

Aradan saniyenin yüzde biri kadar zaman geçmişti ki, dış kapının mandalına yapışmış buldum kendimi. Dışarı çıkmak, bahçedeki bütün oksijeni ciğerlerime çekmek istiyordum. Aksi halde bayılmam an meselesiydi. Adam "buraya gel!" diye bağırarak peşimden gelmiş, ben kapıyı açmaya yeltenirken o çoktan kiliti yuvasına geçirip anahtarı cebine atmıştı bile.

Ona kapıyı derhal açmasını söylediğimde bana "hayır" dedi. İnsanın bir şeyi karşısındakine bir kez söylemesi ile bin kez tekrar etmesi arasında hiç bir farkın olmadığı zamanlar vardır. O durumda yapılacak tek şey susmaktır.
Ali Türkan'ın gençlere öğütlerde bulunduğu bir yazısında geçiyordu bu. "Bir şeyi birine sadece bir kez söyleyin ya da bir kez isteyin" gibi bir şeydi. Öğütlere açık bir bünyem olmamasına rağmen bunu tutmuştum. Bu yüzden kapıyı açmasını ikinci kez talep etmedim.

Adam, gözle kaş arası odadan kaybolmuştu. İçimdeki korku, yerini tuhaf bir meraka bırakmıştı. Birkaç dakika sonra, elinde alet sandığı, keser ve yaklaşık yirmişer santimlik dört tane tahta parçası ile geri döndü.
Sandığın en üst rafında boy sırasına göre dizilmiş çiviler vardı. Önce üçlük inşaat çivilerinden avuçladı. Kısa bir kararsızlığın ardından aldıklarını itina ile yerine koyup, bu defa altılık çivilerden aldı. Tahta parçalarını simetrik aralıklarla kapıya çakmaya başladı. Artık emindim, bu gece burada nihayet bulacaktı.

Çaresizce odaya geri döndüm. Tıpkı dizilerdeki o salak kızlar gibi, sırtımı kapıya yaslayıp sessizce ağlamaya başladım. Ben gerçekten bir salaktım. Bilmediğim bir evde gecenin bu saatinde ne zorum vardı da bunları yaşıyordum.
İçeriden kesif bir sigara kokusu yayılıyordu. Şilan'ın, kırılan dökülenleri topladığını gelen seslerden anlayabiliyordum. Vakit, gece yarısını çoktan geçmiş, ortalık durulmuştu. Işığı kapatıp koltuğa uzandım. Saatlerce debelenmeme rağmen bir damla uyku girmiyordu gözüme.
İnsanlar, manasız takıntılarına prensip dediğinde, bu kulağa daha hoş gelir niyeyse. Benim de kendimce prensiplerim vardı. Bunlardan biri, her daim görüş alanımda saat olması. Evden çıkarken kol saatimi takmayı unutmuştum. Bulunduğum odada saat olmaması tam bir felâketti. Belki de uykumu kaçıran şey buydu.

Şilan'ın evi tren yolunun hemen kenarındaydı ve gece yarısından sonra şehirden sadece buçuklarda geçen trenin sesinden saatin kaç olduğunu pekalâ hesaplayabilirdim. Az evvel salondan ayrılırken son anda duvardaki saate gözüm takılmış ve saatin gece yarısı 00. 35 olduğunu görmüştüm. Ben odaya girdikten sonra trenin sesini tam üç kez duymuştum.

Yatakta dönüp durmanın sinirlerimi iyice bozmaktan başka bir işe yaramayacağını biliyordum. Kalkıp kemanımı elime aldım. Vivaldi'nin "Dört mevsim" adlı eserini çalmayı denedim. Ancak olmuyordu. Çünkü tellerden biri (sol teli) kopmak üzereydi ve kemandan kulak tırmalayıcı bir ses çıkıyordu.

Bir çekişte kemanımın sol telini koparmayı başarmıştım. Bu bir işaret miydi yoksa? Yani özellikle bam telinin kopması. İşaretlerin hayata yön verdiğine inanmış biri olarak bam telinin elime gelmesi tesadüf olmamalıydı.

Salonda bir hareketlenme başlamıştı. Gelen bağırtıları ve Şilan'ın "ne olur yapma!" diye yalvaran sesini duyunca bir panter çevikliğiyle koltuktan atlayıp salona daldım.
Adam, elindeki bıçağı Şilan'ın boynuna dayamış "bağırma diyorum sana, kes sesini, kes!" diye bağırıyordu.

Bir an küf kokulu odaya geri dönmeyi, pencereyi açıp avazım çıktığı kadar "imdaaatt!" diye bağırmayı düşündüm. Bu pek makul gelmedi. Çünkü adam, bağırtımı duyunca panikleyip, elindeki bıçakla kurbanının kafasını karpuz keser gibi "caarrt!" diye gövdesinden ayırabilir, hal böyle olunca da her tarafa oluk oluk kan fışkırabilirdi. Kaldı ki beni kan tutardı. Bu durumda bu seçeneği derhal bertaraf ettim.

Deminden beri tespih gibi oynadığım keman telini elime dolayarak, yeni işlevine hazır hale getirdim. Adamın sırtı bana dönük olduğundan aynı odada olduğumuzu fark etmemişti. Birinin cinnet geçirdiğine ilk kez şahit oluyordum ve anlaşılan bu gece ilklerin gecesiydi.
Bir kedi sessizliğinde adama yaklaştım. Arkadan, iki ucundan tuttuğum bam telini adamın boynuna hızla bir tur dolayarak deli kuvvetiyle sıkmaya başladım. Sıktım… Sıktım… Bir ara o çiğ yeşil gözlerin geriye doğru düştüğünü ve benden merhamet dilendiğini gördüm. Merhamet damarlarım ne zaman kurumuştu, bilemedim. Oysa ki daha bir hafta evvel yoluma çıkan yaşlı bir adama cüzdanımdaki bütün parayı vermiştim.

Ağzından çıkan köpükler, kaymış gözleri ve yüzünün giderek morarması beni ikna etmeye yetmiyordu. Adamın elindeki bıçağın yere düşüp mermere çarpmasıyla birlikte odada yankılanan "clicckk!" sesini duyana dek sıkmaya devam ettim.
Tam o sırada 04.30 treni geçmekteydi. Bu sesle irkildim. Elimdeki teli bırakmamla beraber, o koca cüsse yere yığılmıştı. Halen hırıltıları geliyordu.
Şilan'a döndüm. Üç beş sene evvel uğruna canını feda edebileceği adamın ölümünü gıkını bile çıkarmadan dehşetle seyrediyordu.

Hırıltılar nihayet kesilmişti. Beş dakika önce kudurmuş bir köpeğe dönmüşcesine saldırganlaşan adam, şimdi bir bebek kadar masum, sonsuz bir uykunun kucağında ağırlanıyordu.
Ağzından çıkan köpüklerin rengi, gözlerinin yeşili ile muazzam bir uyum içindeydi.
Kemanın teli ellerimi kesmişti ve parmaklarımın boğumlarından kanlar akıyordu. Başım dönmeye, midem bulanmaya başlamıştı.

Çocukken, bahçemizdeki incir ağacına asılı salıncağa bindiğimde, ağaçta sallanan ipi aynı yönde defalarca döndürürdüm. İpin kıvrılması, başımın üstüne kadar gelince, ayağımı yerden aniden keser, salıncak kendi kendine hızla dönerken ben de uçuyormuş gibi olurdum.
Salıncaktan indiğimde dengemi sağlayamaz her seferinde istisnasız yere yapışırdım. Sonra da içimdeki o kusma isteğini bastırmak için eve koşar, dolaptaki bütün kara zeytinleri yerdim.
Sendeleyerek birkaç zeytin bulma umuduyla mutfağa koştum

Gönül yakınlıkları

 Tam olarak doksan yedi yılının eylülünde, bir Güneydoğu ilinde tanımıştım onu. Kimi insanlarda olur, çekim alanına girdiniz mi geri dönüşünüz çok kolay olmaz. Bir tür kader sekmesi olmalı. Çünkü o kişinin, sizin hikâyenizde bir şekilde yer alması gerekiyordur.
İnsanlar çift yaratılırmış derdi annem. Bunu söylerken fiziksel bir benzerlikten mi bahsederdi yoksa bugünün deyimiyle ruh ikizlerini mi ima ederdi hiç öğrenemedim. Hangisini kastettiğini merak ettiğimde annem çoktan ölmüştü.

Arzum Onan'a benzetmiştim onu ilk görüşte. Televizyonda, gazetede o kadını gördüğümde gayrı ihtiyarı halen gözlerim ışıldar. Bu benzetmem fiziksel yönüyle birlikte aynı zamanda masumiyet ve duruluk anlamında.

Mesleğe yeni atandığımız yıllarda herkesin herkese yabancı olduğu bir mekânda birbirimizi eskiden beri tanıyor gibiydik. Orada her gün bir arada olma zorunluluğumuz sadece Allah'ın bize bir lütfu olmalıydı. Gönül yakınlıklarının başlama hikâyeleri hep birbirine benzer, farkındayım.
Çok değil tam bir yıl sonra kendimi binlerce kilometre uzakta bulmuştum. Gözden ırak olanın gönülden de ırak olabileceğini yavaş yavaş öğreniyordum. Kaldı ki aradan geçen beş yılın ardından geride kalanlar tatlı bir anıdan ibaretti.

Nasıl olduysa bir gün izimi bulmuş aramıştı. Ne sevinmiştim o gün. Çok sevdiğiniz, mevsimi geldiği halde, o kadar aramanıza rağmen evin içinde bir dilim ekmek olan kazağınızı, ummadığınız bir zamanda buluverirsiniz ya, öylesi bir sevinçle karşılamıştım gelişini.
Kötü bir haber bahanesi olmuştu. O dönem aynı yerde çalıştığımız Berrin vardı. Güzeller güzeli İzmirli bir kızcağızdı. O bölgeden, kendinden yirmi yaş büyük, yedi çocuklu bir adama âşık olmuştu Berrin. Gönül işte, kapılmış gitmişti. Ne kadar yapma etme dediysek de dinletememiştik. Aşkın ve aklın yan yana durduğu nerede görülmüştü ki.

Ben oradan ayrılırken Berrin o adamla evlenmiş bir de kızı olmuştu. Adam çocuklarından altısını yanına almış, en küçüğünü de eski karısına vermişti. Böylece Berrin bir yıl içinde tam yedi çocuk annesi oluvermişti. Yaklaşık altı yıl boyunca hem mesleğine devam etmiş hem de çocuklarına annelik yapmaya çalışmış. Lâkin bu yorucu süreç içerisinde kendi kızına yeterli ilgiyi gösteremediğini düşünmüş, onu İzmir'e, annesinin yanına göndermiş.

Aradan yaklaşık beş yıl geçmiş, Berrin tüm zorlulara rağmen evliliğini sürdürmüş. Kocasının diğer annedeki oğlu bir ramazan gecesi Berrinlere misafir gelmiş. Bu art niyetli misafirlik o gece kurşun sesleriyle bölünmüş. Berrin'in hayatı o gece son bulurken, kocası ağır yaralı olarak kurtulmuş.
Bu hikâye ile her ikimiz de çok sarsılmıştık. Günlerce Berrin'i, Berfin'i (Berrin'in İzmir'deki kızı) aşklarını, töreyi ve ölümü konuşmuştuk.

Berrin'in ölümünden yola çıkıp kendi hayatlarımızın en hassas detaylarından dem vurmaya başladığımızı günler sonra fark etmiştik. Meğer birbirimize anlatacak ne çok şeyimiz varmış. Murathan Mungan'ın da dediği gibi insanları kaderleri değil, kederleri bir araya getirirmiş. Öyleymiş.
Hayatın o kasvetli, acıtan hır gürü arasında kendimize nefes alma alanı açmıştık. Kurduğumuz bu bağ, akıp giden zaman içerisinde o kadar güçlenmişti ki eş zamanlı olaylar yaşayıp yine eş zamanlı duygular yaşar hale gelmiştik.

Sesli düşünebildiğiniz birinin yanında kendinizi hem huzurlu hem de hayata kafa tutarken bulursunuz, bilirsiniz işte.
Birbirimize dayanmaya başladığımız andan itibaren sanki hayatla olan müsabakamız daha da şiddetlenmişti. Tanrı, bizi bir çift yürek sayıp aynı anda, benzer olaylarla sınıyordu.
Bir müddet sonra Tanrı benimle uğraşmayı bırakmış, onun daha çetin olduğunu düşünüp amansız hırpalamalarını onunla bire bir götürmeye karar vermişti.
Yaşadığı onca felâketi öyle bir metanetle karşılıyordu ki gördüklerime inanamayıp zaman zaman ona "senin artık ermiş olabileceğini düşünüyorum" diye takılıyordum. Şaka yaptığımı sanıyor, söylediklerimi her seferinde şen kahkahalarıyla cevaplıyordu.
Sıradan bir kadının böylesi zorlukları soğukkanlılıkla atlatabilmesi için ya duygusuz ya da ermiş olması gerekiyordu zira. Kaldı ki o, tanıdığım en naif kadındı.

Sonra bir gün telefon konuşmalarımızın eskisi kadar sık olmadığını fark ettim. Bunu ilk düşündüğümde canım çok yanmıştı. Eskisi gibi beni aramadığını, konuşsak da çok derinleşemediğimizi, benim fani ve boktan dertlerimi dinlerken bana eskisinden çok daha farklı bir dünyadan baktığını görmem hiç de zor olmamıştı.
Erenler kervanına katılmıştı işte, yanılmamıştım.

Sonraki görüşmelerimizde bana her fırsatta Allah'ı dilemekten, her şeye inanç filtresinden bakıldığında dünyadaki her sorunun küçüldüğü bıkmadan anlatıyordu. Onu dinlerken ne kadar sıkıldığımı bile bile üstelik.

O benim ciğerimi bilirken, hislerimi inkâr etmemin hiç bir anlamı yoktu. Birinin sizi çok iyi tanıyor olmasının en kötü yanı budur: Kafanızın üstünde konuşma balonu varmış gibi dolaşmak.
Tek dileğinin bu huzuru benim de tatmam olduğunu söylediğinde, beni hâlen ne kadar çok sevdiğini görmem payıma düşen bencilce bir mutluluktu.

Yıllar evvel, şu an adını bile hatırlamadığım bir İslâm âliminin yazmış olduğu bir kitapta okumuştum. Birini ya da bir şeyi Allah'tan çok severseniz, Allah onu bir gün mutlaka elinizden alır diyordu. Çünkü Allah'ın sıfatlarında biriymiş kıskanmak. Kulu, kendisinden çok kimseyi sevsin istemezmiş. Limiti aştığımız an, sistem otomatik olarak devreye girermiş. Bu da başıma gelmişti nihayetinde. Onu her şeyden ve herkesten çok sevdiğim için.

Allah, benim en sevgili dostumu benden kıskanmış ve elimden almıştı. Sen sen ol, hiç kimseyi benden çok sevme deyip kafama sopasını indirivermişti.
Hani Allah İbrahim'i de sınamıştı. Sevgini ispatla ve İsmail'i kurban et bana demişti. İbrahim de kayıtsız şartsız itaat etmişti. Şimdi bu hikâyede kim, kime, kimi kurban etmekteydi. İbrahim hangimizdi, İsmail gerçekte o muydu, ben miydim?

Onun tarifsiz yokluğuna alışmam belki zaman alacak. Koca bir göktaşı çarpmış gibi açılan oyuk belki usul usul kendini onaracak, bilemem.
Şunu da unutmuyorum. Gerçek sevgilerin fiziksel yakınlıklara, kablolara, elektro-manyetik dalgalara hatta kelimelere dahi ihtiyacı yoktur.
O halde sorun ne diyorsunuz değil mi?

Sorun şu: Eski bir resminiz vardır. Bu resimde mutlu mesut bir poz vermişsinizdir. Resminizi görenler her fırsatta ne kadar iyi göründüğünüzden bahsederler. Aslında o resmi iki kişi çektirmiştiniz. Ama resmin yarısı bir süre evvel yırtılmıştır. Bunu bilen tek kişi de sizsinizdir.

Biz babadan böyle gördük

Darbe yılları idi. Küçük bir kız çocuğunun gözlerinde korkunun nasıl kol gezdiğini çok rahat görebileceğiniz bir dönemdi.
Gençlerin başlarının sık sık belâya girdiği, herkesin sindiği, sustuğu günlerden bir gün, daha doğrusu gecelerden bir gece idi.
O gün babam, uzun ve yorucu kamyon seferlerinden birini daha tamamlamış eve dönmüştü. Dışarıda hava kararmış, gökyüzünün delindiğini düşündürten bir yağmur başlamıştı. Karanlık ve aşırı yağışlı gecelerden halen korkuyor olmamın o geceyle ilgisi nedir bilemiyorum.
Yağmurun şiddetini, babamın içeri yağmur girmesin diye pencere ile demir parmaklıklar arasına gerdiği, yazın yıkanıp tavan arasına saklanan, kışın başlarında tekrar gün yüzüne çıkarılan o kalın naylonlara çarpma hızından pekalâ tahmin edebiliyorduk.
O gece, evdeki herkesi derin bir sessizliğe gömen, pencerenin önündeki divana uzanan babamın şekerlemesi miydi yoksa olası bir tehlikenin habercisi miydi anlayamıyorduk. Tek merak ettiğimiz şey; babamın aslan kükremesini andıran horlaması ile dışarıdan gelen yağmur sesinin kıran kırana savaşından kimin galip çıkacağıydı.
Bizim evde ne vakit bir matem sessizliği olsa bunun sadece iki nedeni olabilirdi. Ya darbe olmuştu ya da babam uyuyordu. Üçüncü bir ihtimal söz konusu bile olmazdı. Evdeki beş çocuğa rağmen böyle bir sükunetin faili, elbette gerçek bir kahramandı benim nazarımda.
Pencerenin önünde patlayan bir el silâh sesiyle hepimiz irkilmiştik. Babamın, yağmurun sesini bile bastıran horultusu bıçak gibi kesilmiş, bu ses adamcağızı ani bir hareketle yattığı yerden tutup elektrik düğmelerinin yanına fırlatmıştı. Bir anda her yer zifiri karanlık olmuş ve ben korkudan ölebilmenin ne demek olduğunu o gece öğrenmiştim.
Babam o kışın başında kalın naylonları pencerelere gererken, sokağı kontrol edebilmek için onların bir köşesini yine kıvırmıştı. Kış aylarında dış dünyaya açılan ufkumuz ancak o kadardı.
Evimizin hemen karşısına dikilen sokak lambasının yardımıyla geceleri görüş alanımızda ne olup bittiğini bu sayede rahatlıkla(!) görebiliyorduk. En azından dünyamıza hükmeden kısmını.
Babam başını cama yaslamış ne olduğunu anlamaya çabalıyordu. Ölmekle kalmak arasında kararsız kalmış bir hastanın kalp atışlarını duymaya çalışan biri gibiydi. Ara ara da bize dönüp "Şşşş! Sessiz olun!" diye fısıltıyla bağırıyordu.

Sanki biz de ses çıkaracak hal kalmıştı.
Tam bu esnada bir el silâh sesi daha duyuldu. Babam telâşla pencereden dışarıya bakarken, bir yandan da bize bağırıp çağırmaya devam ediyordu.
Genç bir adamın "yardım ediiin, ölüyoruumm!" diye bağrışlarını, yağmurun sesinden zar zor seçebilmiştik. Babamın, durumu anlaması ile meraklı sorularımıza ve üzerindeki çizgili pijamalara aldırmadan kendini sokağa atması bir olmuştu.
Pencereye koşmuştum. Dünyayı takip ettiğim o küçük aralıktan, babamın ölümü hiçe sayarak o yaralı genci sırtına alışını, onu kamyonuna yerleştirmesini gözlerimi kırpmadan seyretmiştim.
Babam onu hastaneye götürmüş sabaha kadar da dönmemişti.
Onun ülkücü bir genç olduğunu, solcu birkaç kişi tarafından o gece kurşunlandığını, babam ona yardım etmeseymiş onun çoktan ölmüş olabileceğini ama bu sayede kurtulduğunu ertesi gün evi dolduran komşularımızın konuşmalarından yarım yamalak da olsa anlamış gibiydim.
Dün akşam haber bültenlerinde, Bedri Baykam'ın bıçaklanmasının hemen ardından sokaklarda nasıl çığlık çığlığa koşuşturduğunu, çevresindekilerden yalvararak nasıl yardım istediğini, orada bulunanların bu duruma kayıtsız kalışlarını hatta daha da ileri gidip yardım etmemek için arabalarının kapılarını soğukkanlılıkla kilitleyebildiklerini dehşetle izledim.
Yağmurlu, kurşunların karanlığı deldiği, sokak lambasının aydınlattığı o geceye döndüm. Divanın üstünde diz çöküp koca dünyayı o küçücük aralıktan yeniden seyrettim.
Benim kahramanım babamdı, bunu bir kez daha anladım

Aşkların en güzeli

Bugünün ilköğretim Türkçe kitapları hayli sıkıcı metinlerle dolu. Ben şahidim. Nerede bizim çocukluğumuzun o derin hikâyeleri.
Küçük bir çocuktan bahsederdi bir tanesinde. Bizimki oyun oynamak için dışarı çıktığı bir gün karşı tepede camları altın gibi parıldayan bir ev görür. Her yerde gördüklerine benzemeyen bu eve, merakı her geçen gün arttıkça artar. En sonunda dayanamayıp onca yolu kat eder ve evin yanına gider.
Hayal kırıklığı ve muz kabuğu tabi.

Çünkü evin camlarına yansıyan bu parıltı sadece güneşin ışık oyunlarından biridir. Gerçek olan tek şey, ağır bedelli bir yanılsamadır.
O sıra ne zaman sokağa çıksam etrafımdaki ışıltılı şeyler dikkatimi daha bir çeker olmuştu.
Sokağın üç beş kızı toplanmış yine aylak aylak dolandığımız günlerden biriydi.
Mahallenin başındaki yeşil boyalı, iki katlı bir evin oralardaydık o gün. Bu evin bizim yaşlarımızda Müge ve Tolga adında iki de çocuğu vardı, bilirdik. Evleri gibi çocuklarının isimleri de afili gelirdi bize. Çocukluk işte. Gün boyunca hiç dışarı çıkmadıklarından onların hastalıklı olduklarına inanır, acırdık gariplere. Zira her sağlıklı çocuğun yeri okul dışında, sokak olmalıydı.

Eve dönelim. Şu yeşil boyalı, iki katlı, çocukları marazlı eve. Birkaç kez tavaf ettik evi. Bir ara birinci katın arka tarafındaki küçük bir pencereye takıldı gözüm. Açık duran pencereden pırıltılı, kalın bir zincir görünüyordu. Ne olduğunu bir türlü anlayamamıştım. Öyle güzel ışıldıyordu ki, bir müddet gözlerimi alamamıştım. Tıpkı hikâyedeki gibiydi.
O gece gözüme uyku girmemişti. Ertesi gün aynı ekiple yine oradaydık. Aklıma mıh gibi çakılıp kalan o şeyi yoldaşlarıma göstermeliydim. Tavandan aşağıya doğru sarkan o altın sarısı zincirin ne olabileceğine dair aramızda beyin fırtınası başlatmıştık. Bu fırtına fazla sürmemiş yerini sessizliğe bırakmıştı. Çünkü birazdan daha büyük bir fırtına kopacaktı.
Gizemli pencerenin karşısındaki duvarın dibine sinmiş, bakışlarımızı sarkan zincire asmıştık.
O dâhiyane fikrin hangimizden çıktığını şu an hatırlamıyorum ama ne yapacağımıza dair kötü de olsa bir fikrimiz vardı artık. Bremen Mızıkacıları gibi birbirimizin omzuna çıkarak zinciri çekip alacaktık. Ancak bu şekilde onun ne olduğunu anlayabilirdik.
Her şey planladığımız gibi gidiyordu. Etraf sakinceydi. O Alman masalındaki gibi üst üste dizilivermiştik. İçimizde en çelimsiz ben olduğum için bu yüce görev bana düşmüştü.
Altın zincirin büyüsünün bozulmasına saniyeler kalmıştı. Pencereye tutununca zinciri tuttuğum gibi bütün gücümle kendime doğru çekmiştim.
Zincirin elime geleceğini sanırken korkunç bir gürültüyle hepimiz Yeni Cami önüne serpilen güvercin yemleri gibi yerlere saçılmıştık.
Zannediyorum kendi rekorumuzu kırıp üç beş saniye içinde soluğu kendi çöplüğümüzde almıştık. Her birimiz duyduğumuz o dehşet gürültünün şokundaydık. O sesin ne olabileceğini hararetle birbirimize soruyor, bilemedikçe daha çok kaygılanıyorduk. Niyeyse hiç iyi bir ihtimal gelmiyordu aklımıza. Ya o eve çok büyük bir zarar verdiysek, ya birinin canına kastettiysek, ya polis bizi aramaya başlamışsa...
Oluru yoktu. Yeşil boyalı evin kapısını çalıp yediğimiz nanenin hesabını aslanlar gibi verecektik. Özür dileyecek, gerekirse her türlü cezaya eyvallah diyecektik. Bu sayede hem merakımızı giderecek, hem de vicdanımızı rahatlatacaktık.

Öyle de yaptık. Gittik ve dizlerimiz titreye titreye kapıyı çaldık. Bize kapıyı açan kadına olanları hiç bir detayı atlamadan anlattık.
Kadının bize kızmasını, bağırıp çağırmasını hatta kulağımızdan tutup polise götürmesini beklerken, onun olan bitene katılarak gülmesi bizi iyiden iyiye telâşlandırmıştı. Aklı başında bir insan böyle korkunç bir olay karşısında nasıl kendinden geçercesine kahkahalar atabilirdi, aklımız almıyordu.
Bir ara kendini toplayıp "korkmayın çocuklar, kızmadım size ama böyle şeyler yapmayın bir daha" dediğini hatırlıyorum.
Kadın tam kapıyı kapatmak üzereydi ki, son bir hamleyle bizi meraktan öldüren o şeyin ne olduğunu mahçup bir ifade ile sorduk.
Kadın soruyu duyunca bir yandan gülmekten akan gözyaşlarını siliyor, bir yandan da merakımızı gideren cevabı veriyordu.
- "O zincir, sifonun koluydu rahat olun şimdi."
Sifonun ne olduğunu bilememiştik ama rahatlamayı becerebilmiştik.
Bu yüzden ne zaman biri bana "aşkların en güzeli uzaktan sevmektir" dese, niyeyse aklıma bu hikâyem gelir.

Sokak çocuğu

Şimdiki gençlerin özgüveni bizim zamanımızdakilerle kıyaslanmayacak kadar zayıf niyeyse. Belki de bizim kadar sokak kültürüyle hemhal olamadıklarındandır bu hâlleri. Bizde mevzu sabah postu dışarı atana kadardı çünkü. Sonra izimizi bulana aşk olsun!

"Üniversiteye boşa hazırlanma, ben okutamam" demişti rahmetli babam. Bir şeye hayır demek, kimi bünyelerde sadece tetiği çekmeye yarar. Benimkisi gibi.
Bir şekilde mektebin kapısından girmeyi başarmıştık başarmasına da küçük bir mesele vardı ortada. Nerede kalacaktım?

Çok geçmemiş, onun da bir çaresini bulmuştum. Harıl harıl ders çalıştığım o dönemde nereden hasıl olduysa, bir arkadaşla beraber zaman zaman bazı evlere gitmeye başlamıştık. Bu evlerde bir takım sohbetler yapılıyor, biz de buna dahil oluyorduk. Kısa sürede hem sevgimizi hem güvenimizi kazanan iyi niyetli bir grup insanlardı nihayetinde.

O bahsettiğim arkadaşla beraber bir yıl takıldık oralara. Üniversiteyi kazandığımızda üstümüze başımıza kıyafetler almışlardı hatta. Ne sevinmiştik o gün. Bizimkiler de bir kez olsun sormamışlardı ne iş, nereden bu üst baş diye.

Kalacak yer problemimi de sağolsunlar onlar halletmişlerdi. Okulu kazandığım şehre giderken elime bir adres tutuşturup "aha bu evde kalabilirsin" demişlerdi.
Onbeş saatlik bol eziyetli bir kamyon yolculuğundan sonra verilen adresin tam önündeydik. Bize kapıyı açan kişiler iyi insanlara benziyorlardı. Hiç korkum yoktu. Güven duymak ne güzel bir şeydi. Hadi benimkisi feleğin çemberinden geçmemişlik, sâfilik, cahillik vs arası bir şey, ya bizimkilerdeki neydi?

Babamın, evin babası ile on beş dakikalık bir tanışma faslı. O arada ezan okunmuştu. Ev sahibi kibarca, isterseniz önce namazlarımızı kılalım sonra yemeğe geçeriz davetinde bulundu. Rahmetli babam âlem adamdı. Biz namazı yolda kıldık siz buyurun, dedi. Adam bel bel babama baktı. Babam rahat adam, buyurun buyurun kılın siz dedi ısrarla. Adam çaresiz kalktı tabii.

Ev sahibi namazını kılar kılmaz babam müsâde istedi. Benim bu gece kamyondaki yükü indirmem lâzım deyip çıktı gitti. O oldu. Babam hayatı boyunca o adamla bir daha hiç karşılaşmadı.
Yaklaşık dört ay kadar o evde kalmıştım. Evin, benim yaşlarımda bir kızı bir de oğlu vardı. Ekmek elden su gölden hep birlikte yaşayıp gidiyorduk velhasılı. Sıcak bir evde, çeşit çeşit yemekler geliyordu önüme. Güvendeydim, huzurluydum. Okuluma sorunsuzca devam edebiliyordum en önemlisi. Başıma talih kuşu konmuştu ayol!
Bir öğrenci daha ne isterdi Allahaşkına.

Saadet içinde yüzdüğüm o günlerde evin babası beni karşısına alıp kısa bir konuşma yaptı. "Bak kızım", dedi. "Gördüğün gibi halimiz vaktimiz yerinde bizim. Bu oturduğumuz apartmanın tamamı bize ait. E sen de hanım bir kızsın, sevdik seni. Okulda rahatsız eden olursa sakın ha oralı olma! Bak biz seni oğlumuza münasip gördük."
Minnet borcu en fena şeymiş, bunu o gün öğrenmiştim. Vıcık vıcık olursunuz o borç karşısında. Tıpkı benim o gün olduğum gibi. Karşılık bekleyerek yapılan bir iyilik o kişiye sadece kötülüktür. Bu erdem ancak böyle bir noktada kan kaybedebilirdi zira.
Adama hiç bir şey diyememiştim. Sessizliğimi olumlu bir cevap saymış olacaktı ki keyiflenmiş, hanımından ortaya meyve getirmesini rica etmişti.
Odama gidip günlüğüme sarılmıştım. O benim tek dostumdu. "Köpeksiz köy buldunuz ya, değneksiz dolaşın bakalım" yazmıştım.
Meğer günlüklerim de okunuyormuş. Evin şımarık kızı dipnot düşmüş sayfama:
"Neden böyle düşünüyorsun güzelim. Biz seni çok sevdik. Suç mu bu şimdi?
Seni çok seven Müjgân..."
Ah be Müjgân, oldu olacak "kalbin kadar temiz bu sayfayı bana ayırdığın için çok teşekkür ederim" diye de yazsaydın.
Notu görünce deliye dönmüştüm. Şimdi babamı arasam, baba böyle böyle oldu desem ne kadar tınlardı emin olamamıştım. Hele de "bin otobüse eve dön çabuk" deyivermesi kuvvetle muhtemeldi.
Ertesi sabah herkes uyurken valizimi toplayıp evden ayrılmıştım. Nereye gidecektim, ne yapacaktım zerre fikrim yoktu. Akşama kadar tüm şehri arşınlamaktan tabanlarım, ağlamaktan da gözlerim balon gibi şişmişti. Ama geri dönmek yoktu bizim kitabımızda. Yani en azından asilce savaşmayı Tommiks Teksas çizgi romanlarından böyle öğrenmiştik. (En etkili kişisel gelişim kitaplarıdır ayrıca.)
Gün batmak üzereyken bir kaldırıma oturmuş, kara kara ne yapacağımı düşünüyordum. Cebimde metelik yoktu. Boş boş tek bir noktaya öylesine bakıyordum. Raskolnikov olmam işten bile değildi. Hani o an karşıma bir tefeci kadın çıksa öldürebilirdim.
Zihnim Suç ve Ceza'nın en buhranlı satır aralarında gezinirken nereye baktığımı dakikalar sonra fark etmiştim. "Kız Kuran Kursu" yazıyordu tabelâda. Vaha bulmuş bir çöl bedevisi misali koşmaya başlamıştım. Binanın ana kapısı açıktı. Hemen girişteki idare kapısına yönelmiş içeriden ünleyen "geel" komutuyla içeri dalmıştım.
Beni birkaç ay parasız ve beklentisiz misafir etmişlerdi. Daha sonra devlet yurdunda yer bulmuş, oradan şükranlarımla ayrılmıştım.
Başıma çok kötü şeyler gelebilirdi o günlerde. Ama gelmedi. Belki de bugünün çocuklarının biraz uzak kaldığı sokak kültürünün verdiği cesaretti benimkisi.
Demem o ki, sokak her zaman kötü şeyler öğretmiyor insana. En azından bizim çocukluğumuzdaki sokaklar öyleydi

Mucizeler bazen mümkündür

Kitapları severim. Hem de çok. Ancak sevmediğim bir tarz varsa o da kişisel gelişim kitaplarıdır. Üç aşağı beş yukarı hepsi aynı şeyi zırvalar durur. Tekrarlar sıkıcıdır.
En son Secret adlı kitabın methi kulağıma gelmiş, hafiften sempati duyar gibi olmuştum. Nihayetinde kitabı birilerinden bulmuş muradıma ermiştim.
Her ne kadar çarpıldığımı söyleyemesem de en azından bu tarz kitapların bana göre olmadığına iyice kanaat etmiştim. Bu iyi bir durumdu.
Okumayı sevmediğim bir tarzın nasıl yazılabileceğini merak ettim.
Ali dayım delikanlılığa adım attığı yıllarda, ağabeyinin demir döküm fabrikasında çalışmaya başlamış. Üç beş yıl arızasız gitmiş gelmiş. Talihsizlik bu ya, günün birinde ayağının üzerine düşen ağır bir demir parçası hayatının kâbusu oluvermiş.
Aylarca süren tetkik ve tedaviler neticesinde dayıma, onarılması imkânsız bir durum ortaya çıktığı ve kendisini bundan böyle tekerlekli sandalyeye mahkûm bir hayat beklediği söylenmiş.
Ben dayımı tekerlekli sandalyesinde tanıdım. Her daim yüzündeki mütebessim ifade ile kadere caka satan bir tavrı vardı. Umutsuzluk veya kederden eser olmazdı onda. Bu yüzden onunla vakit geçirmek çocukluğumun en keyifli zamanlarındandı.
Ali dayım kedileri çok severdi. Bahçeli bir evde yaşadıklarından olsa gerek evde kedi beslemeleri bir tür ihtiyaç kabul edilirdi. Dayımın tekerlekli sandalyesine ne zaman dayansam her seferinde bana aynı tekerlemeyi söylerdi. "Kedi eti yedi. Yedi eti kedi. Eti kedi yedi. Hadi tekrar et bakalım" dediğinde ise istisnasız karıştırırdım. Ben yanılınca nasıl da keyiflenirdi. Kahkahadan boğulurdu neredeyse. Ben de sinirden kudurur "off dayı anladık, eti Şıllık yemiş işte" derdim. Şıllık onun can yoldaşıydı.
Dayımın yaklaşık on beş yılı o tekerlekli sandalyede geçmişti. Sonrası ise tam bir Secret.
O ara bir iki ay kadar dayımı görememiştim. Ne zaman evine gitsek odasına kapanmış buluyorduk onu. Kimseyle görüşmüyordu. En son bir arkadaşı uğramış yanına. Eline bir kâğıt tutuşturmuş. Kâğıtta uzunca bir dua yazıyormuş. Adam dayıma "al bunu" demiş. "Bu duayı bilmem kaç bin kez okursan dileğin gerçekleşir." O arkadaşı dayımın yanına bir daha hiç uğramamış, üstelik o civarda gören de olmamış. Anneme göre o adam iyilerdenmiş. Anlarsınız işte.
Sevgili dayım eline tutuşturulan duayı adeta inzivaya çekilip aylarca ve içtenlikle okumuş, Yaradan'ından çoğumuz için sıradan bir eylem olan "yürümeyi" dilemiş. Yetmemiş Tanrı ile pazarlık etmiş: "Yüce Rabbim!" demiş, "Eğer yürürsem ahdim olsun ki son nefesime kadar asla hiç bir vasıtaya binmeyeceğim."
Bu işten Tanrı'nın kârı ne olacak hiç anlamamıştım. Herkesin her şeyi anlaması gerekmiyormuş. Onlar aralarında anlaşmışken bana dut yemek düşermiş.
Kısa bir süre sonra dayımın yavaş yavaş yürümeye başladığına hepimiz şahit olduk. Şaka gibiydi her şey. Bir Türk filminin trajikomik bir sahnesindeydik sanki.
Dayım o günden sonra yani hayatının son on beş yılı yağmur çamur demedi, şehrin bir ucundan diğer ucuna sürekli yürüdü. Yorucu yürüyüşlerinin ardından eve döndüğünde onun yüzünde gördüğümüz şükür ve minnet dolu tebessüm bir insana ancak bu kadar yakışabilirdi.
Onu yürüten şey bir mucize miydi yoksa inanç ve pozitif enerjinin bileşke kuvveti miydi hiç anlayamadık.
Bir arabam olmadığı için zaman zaman hayıflandığım oluyor. Sonra dayım geliyor aklıma. İnsan araba sahibi olmak istediği için utanır mı kendinden?
Ben utanıyorum

Meridyen farkının dayanılmaz hafifliği

İçimdeki maymunun gün be gün büyümesini seyrederken Darwin'e üç İhlas bir Elham okumadan geçemiyorum.
Sadece bölgesel bir yaşam değişiminden söz edeceğim. Uzun yıllar süren Doğu Karadeniz hikâyeme günün birinde aniden kazan kaldırıp mancınıkla batıya doğru fırlatıverdim kendimi. İş olsun maksat.
Ne kadar gözüm dönmüş olmalı ki bir ara ilimi fenni bir kenara atıp en sıkı kâhinlere bile gitmiştim. Çaresizlik böyle bir şeydir. İnsanın gözüne kataraktı küt diye indiriverir.
Hepsi de ağız birliği etmişcesine "yok bacım, asla gidemeyeceksin buralardan, çıkış yok" demişlerdi. Şimdi hepsine birden toplu mail atıp "ne oldu? Şiştiniz mi?" desem çarparlar mı ki beni?
Devlet memuru olmasaydım, bir ömür aynı şehirde ancak mahallenin delisi olarak yaşamam olasıydı. Her ne kadar dem dem köpekler gibi memleket özlemiyle yanıp tutuşsam da gurbet her zaman acı bir şey değildir. Bazen iyidir.
Altı evliya üstü eşkıya denen bu şehre geleli altı ay doldu dolmasına ama ben ancak bugünlerde bahçe duvarlarına tutunmadan köşedeki bakkala kadar gidip gelmeye başladım.
Nüfusu üç yüz bini aşmayan bir yerleşim yerinden, tutup iki buçuk milyon kişinin yaşadığı bir şehre gelince, insan ister istemez eşekten düşmüş karpuza dönüyor. Eskiden dolmuşa biner, taş çatlasa yirmi dakika içinde şehrin bir ucundan öbür ucuna gidebilirdim. Lâkin büyük şehir dedikleri başka bir şeymiş. Aylardır buradayım fakat şehir merkezine gitmişliğim üçü bulmamıştır. Atalet desem değil, vakit yok mazereti yavan, sanırım tırsıyorum.
Çarşıya gittiğimde ise altı saatten evvel eve döndüğüm vaki değil zaten. Gördüğüm her bir şeye iki saat ağzımı ayırmaktan, çarşıya çıkış sebebimi hatırlayamaz oluyorum.
Onu bunu bilmem de insan bir şehirde nefes alamayacağına kanaat getirmişse, bedeli ne olursa olsun tüm korkularına meydan okuyup en tezinden tası tarağı toplamalı, derim. Yeniden doğmaya benziyor bu. Her şey ve herkes yeni, sosyal baskı sıfır. Çok sevimli ve masum duruyorsun bir kere. Herkes başına toplanmış "aguu" falan yapıyormuş gibi. Hoş be!
Biz 657'liler familyası için bir şehirden sıkılma limitinize, "senin aklın ermez bu işlere" deyip üç yıl ömür biçmiş yüce devletimiz. Üç yıl benim gibi biri için uzun bir zaman. İçimdeki maymun desen, arsızın teki. Bakalım daha kaç şehir, kaç hikâye eskiteceğiz birlikte. Nerede duracağız işte bu son istasyon diye

Kürdün gızı

Perihan'dı adı. Kumral, kıvır kıvır saçları, beyaz teni ve masmavi gözleri ile mahallenin en dikkat çeken kızlarından biriydi. Çukurova'nın cehennem sıcaklarında herkesin leblebi gibi kavruk gezdiği bir kasabada onun sokakta ay parçası gibi salınmasını kimse görmezden gelemezdi haliyle.
Aynı sokakta yaşamak bizim çocukluğumuzda akrabalıktan öte bir ayrıcalıktı. Perihan sokağa çıktı mı erkeklerden çok kızların bakışlarına hapsolurdu. Aslında ahım şahım şeyler giyindiğini hiç görmemiştik. Allah var ne takıp takıştırdığı, ne de sürüp sürüştürdüğü vâkiydi. Alımlı olmak dedikleri böyle bir şeydi sanırım.
Perihan'dan çok Kürt Maho'nun gızı diye bilirdi mahalleli onu. Akıllı uslu, sessiz sakin, daha çok kendi halinde, çalışkan ve edepli bir kızcağızdı. Hani ne etliye ne sütlüye cinsinden denebilirdi.
Bildiğim kadarıyla yıllar evvel Siverek'ten gelip göçmenlerin ağırlıklı olarak yaşadığı bizim mahallede sükun bulmuşlardı.
Kürt Maho'nun karısı (Perihan'ın annesi) Hasret Hanım, bizim evin önünden gelip geçerken iki dakikalığına da olsa kapımızı muhakkak çalar, annemin halini hatırını sorup helâllik almadan ayrılmazdı. Ne hikmetse her uğrayışında Ziraat Bankası'nda kadrolu muhasebe memuru olarak çalışan oğlunu methetmeyi de atlamazdı. Çok sürmemiş dilindeki çıbanı patlatmıştı zaten.
Yine bir gün görümcesine yapacağı rutin ziyaretlerin hemen öncesinde bizde konuşlanmıştı. Bu defaki uğraması daha öncekiler gibi pek öyle ayaküstü değil gibiydi. Bu durum "Aysel Hanım'cım kahven yoksa söyleyeydin de evden bir tutam getireydik" şeklindeki lâf sokmalarından ayan beyan anlaşılıyordu. Annem de mesajı alıp mutfağın yolunu tutmuş az sonra elindeki gümüş tepside iki fincan kahve ile dönüvermişti. Ders çalışmakla meşgul olduğumdan yarım saat süren konuşmalarından mahiyeti o an için pek kavrayamamıştım.
Ertesi gün Hasret Hanım'ın ablamı oğluna gelin etme derdinde olduğunu rahmetli babam sağır sultanın yedi düveline duyurmuştu. Babamın mevzuyu dilli düdük etmesiyle birlikte her seferinde olduğu gibi o akşam da başta first lady babaannem, akabinde amcamlar, halamlar ve tüm kuzenlerim bizdeydi. Bunun ne türden bir gurur vesilesi olabileceğini asla öğrenemedim.
Ablam için eve gelen görücülerden çok evde esen bayram havası ilgilendirirdi beni. Velhasıl kelâm akşam olmuş beklenen misafirler devlet erkânı gibi karşılanmıştı.
Kürt Maho'nun oğlu, öğütlenmiş gibi ablamın tüm testlerinden adım adım başarıyla geçiyordu.
Meselâ, kız isteme merasimine takım elbise ile gelmişti. Kız istemeye takım elbiseyle gitmek o yıllarda Müslüm Gürses konserlerine jiletle gitmek kadar racondu. Bunun (takım elbise - kız isteme korelasyonu) şimdiki ehemmiyetini bilmediğim gibi merak da etmiyorum.
Gümüş gondolda beyaz tüllerle süslenmiş markalı çikolatalar kapıdan girer girmez ablama uzatılmıştı. Kırmızı güllerin, deniz kabuklarından yapılmış antik vazoya ıslandığı dakikalarla sanırım aynı sularda olmuştu bu. İş akış şeması domino taşları seriliğinde tıkır tıkır işliyordu. Son anda ortaya çıkacak bir aksilik işi bozmazsa bu defa armut sapsız, üzüm çöpsüz görünüyordu.
Gerçi damat adayının takım elbisenin içine giydiği üç ayrı renkli, Selanik örgülü süveterle dalga geçtiğimi duyunca ablamın suratı biraz düşmüştü ama neyse ki annemin "o kadar kusur kadı kızında da olur" demesi ortamı biraz olsun yumuşatmıştı.
O dakikaya dek hiç bir arıza çıkmamış, kız istenmiş, sıra ağızların tatlanmasına gelmişti. Bizim cillop damat adayı bir gol daha atıp çikolataların dışında şehrin en baba pastanesinden aldığı iki kiloluk fıstıklı baklavayla da son şovunu yapmıştı.
Muhabbet giderek koyulaşmış, herkesin yüzüne tatlı bir tebessümle beraber hafif bir rehavet yayılmış, konu nişan ve düğün tarihlerine kadar ballanmıştı.
Tam her şey tıkırında gidiyor derken bizim şahbaz damat bir ara annesine dönüp Kürtçe bir şeyler söyleyince ablamın devrelerinin yandığına bir de kapıdaki arabanın balkabağına döndüğüne bire bir şahit olmuştum.
Herif o an orda gaz kaçırsa ablam belki bunu affedebilirdi ama öylesi bir ambiyansta bu hareketle hadisenin bütün gazını kaçırmıştı.
Ertesi gün kapının hemen önündeki on kiloluk zeytinyağı tenekesinden bozma çöp kutusunda bir demet kırmızı gülü gören konu komşunun dilinden çıkan rutin dedikodular çoktan uzaya karışmıştı bile. Perihan'la akraba olamamıştık.
Haa Perihan mı? Her ikimiz de üniversiteyi aynı sene içinde kazanmıştık. Birbirimizi can-ı gönülden tebrik etmiş sonra kendi yollarımıza gitmiştik.
İlk yarı yıl tatilinde memlekete döndüğümde mahalleyi kasıp kavuran söylentilerin haddi hesabı yoktu. Duyduklarıma bir türlü inanmak istememiştim.
Perihan önce ailesinden habersiz okulu bırakmış sonrasında yasadışı bir örgüte karışıp Mardin'de askerle girdiği çatışmada ölmüştü. Mahallelinin dilinde ise elli türlü hikâye dolaşıyor, her evde ayrı kazan kaynıyordu.
Yok efendim kürdün gızı birine gönlünü kaptırmışmış, oğlanın peşinden Mardinlere gitmişmiş, yok aslında kıza ilâç içirmişlermiş sonra da uygunsuz resimlerini çekmişler, örgüte girmezse bu resimleri ailesine göndermekle tehdit etmişler, miş mış muş...
O günlerde mahalle bakkalında abisini görmüştüm.
Beni görmesiyle kafasını başka tarafa çevirmesi bir olmuştu. İnadım tutmuş yanına gidip ısrarla selâm vermiştim. Selamımı almamıştı bile. Eşek inadım daha da kabarmış, iyice yaklaşıp "Perihan'ı soracaktım" demiştim.
Cevabı buz gibi soğuktu.
- "Ölmüş. Bizim için de öldü zaten."
Kahrolmuştum...

Mutluluğun kilosu kaça?

İşe gidip gelirken her gün önünden geçtiğim bir manav var. Manav dedimse barakadan bozma, derme çatma, gerisi de bezden bir dulda. Adamın kış aylarında öğleden evvel dükkân açtığı vaki olmadığı gibi on ikiden sonra da canı ne zaman isterse artık.
Havalar ısınınca dergâhının kenarına şöyle en afilisinden bir koltuk atar, hani kenarları bombeli, uçları saçaklı eski saray tipi koltuklar vardır ya hah işte onun yeşilinden. Oraya oturunca meydan okur sanki hayata.İnsanoğlunun koltuk sevdası toplumun en üst tabakasında hangi hissi veriyorsa en alttakine de aynı hissi veriyor olmalı.
Yazları sadece kavun karpuz sattığından, geceleri dükkânı hiç kapatmaz. Sabah işe giderken önünden geçtiğimde topuk seslerimi duymadığından adım gibi eminim. Çünkü o saatte eski Türk filmlerindeki esas adamın içip içip koltukta sızma sahnesinden fırlamış gibi bir hali olur. Ben koştura koştura işe giderken onun gözümün önünde rüyalar âleminde fink atması hafiften batar bana. Bazen şeytan dürter pislik yapıp bir tane karpuz alayım dediğim çoktur hatta.
Adamı ne zaman tek kişilik koltuğunda kurulmuş görsem, "kalk hele, az da ben oturayım" diyesim geliyor. Tezgâhın yan tarafına ise tahtadan bir göz oda çakmış. Görünen o ki çoğu zaman arkadaşları ile orada okey çeviriyorlar. Bazen kapıyı tıklatıp, dördüncü kişiye ihtiyaç var mı diye sormamak için zor tutuyorum kendimi. Manavı açık bulsak da sahibini kasanın başında bulana aşk olsun. Bazen sırf merakımdan seslendiğim vakidir:
- "Kimse yok muuu?"
O zaman yan tarafa çaktığı barakadan çıkıverir, buyur abla diye. Aslında sormak istediğim "mutluluğun kilosu kaça" olsa da "limonun kilosu kaça abi" sorusu her seferinde tercihimdir. Aklımdan geçenin dilime çapraz ateş açtığı zamanlardan biri daha yaşanıverir neticede.
Emeklilikte elime geçecek üç kuruş ile buna benzer bir manav mı açsam fikri beynimin kıvrımlarını vıcık vıcık ediyor. Memleketime yakın bir sahil kasabasında sessiz sakin bir hayat yaşama planımı neden bir daha ki gelişe ertelemeyeyim ki.
Bu akşam iş dönüşü bizimkinin malikânesinin önünden geçerken gördüm ki, yandaki o tek göz odaya bir soba atmış, üzerine de döşemiş kestaneleri iki arkadaş oturmuşlar kanepeye muhabbet gırla tabi. O an iliklerime işleyen buz gibi soğuğu, barakadan gelen sobanın çıtırtısı kırmıştı sanki. Belki de bana öyle gelmişti.
İçimden bir ses bu adamın mutlu bir hayatı olduğunu fısıldıyor. Onu gözlemledikçe eğitimin mutluluk için aslında o kadar şart olmadığını hatta daha da ileri gidip bunun mutsuzluğu arttıran en önemli etmenlerden biri olduğuna pekâlâ inanabilirim.
Hele de çevremdeki bol eğitimli pek mutsuz insanlarla kıyasladıkça çok da yanıldığım söylenemez.

Bana bir masal anlatsana

Yazmaktan ne kadar kazanıyorsun diye densizce soruyorlar bazen. Kızmıyorum onlara. Kör kütük âşık olduğumda ve sevdiğim adamla evlenmek istediğimde de saçmaladığımı söyleyenler olmuştu.
Yazmaya gönül vermek böyle bir şeydir zira. Geride kalacakları bir kalemde gözden çıkarabilmektir. Aşk gibi izahı zor bir tutku, bir vazgeçiş, bir tercih meselesidir yazmak. Yazgıdır. Ne derseniz deyin adına. Tek bildiğim böyle nefes alabildiğim. Gerisi hikâye.
Hikâye demişken;
İstanbul'dan bir yazar dostum birkaç gün için buraya (Bursa'ya) geldi. Yazmaya başladıktan sonra tanıdığım onca güzel insandan sadece biri. Buyurun size yazmanın getirisi: Parayla asla satın alınamayacak nezih ilişkiler.
Aramızda bin kilometre varken tanışmıştık, bir yıl kadar evvel. Şimdi mesafemiz daralınca bir fincan kahve ile taçlandıralım dedik bu şahane dostluğu. Güzel de oldu.
Büyük şehir, tam kırk beş dakikada vardım buluşma noktamıza. Yanıma bir kadın oturdu otobüste. Ben de buluşma noktamıza gidebilmem için hangi durakta inmem gerektiğini ona sordum haliyle. Malûm, şehre halen yabancıyım. Güzelce tarif etti.
Gel gör ki merak bu. İçerde durduğu gibi durmuyor. Sabahın köründe bir otele neden gideceğim onu çok ilgilendirmiş olmalı ki, adresini sorduğum mekânda o saatte ne işim olduğunu öğrenebilme gayretiyle inceden inceden sorular sormaya başladı.
Sezdim tabi manzarayı. Kadınlar bu konularda gerçekten çok usta. Öğrenmek istediklerini ne yapar eder öğrenirler, öğrenmeden de yakanızı bırakmazlar. Karşısındaki insan niyetini sezmediği sürece de önce gerçeğe, sonra Nirvana'ya ulaşırlar. En kötü ihtimalle benim ağzımdan, gerçek olmayan ama bambaşka insanların gerçeklerini dinlerler. Ben sadece aracı olurum buna. Elçiye zeval olmaz.
Kadın bana dönüp, "hayır mı, şer mi" deyince motoru çalıştırdım: Aslında bir üniversite öğrencisi olduğumu, parasızlıktan okulu bırakmak zorunda kaldığımı, şimdi de bir iş görüşmesi için otelde birinin beni beklediğini anlattım.
Bana acıyarak bir bakış fırlattıktan sonra, ne olursa olsun insanın okulunu bırakmaması gerektiğini, her zaman makul bir çıkış yolu olabileceğini, daha iyi bir seçenek bulana kadar, gerekirse köprü altında yatıp kalkıp derhal okuluma dönmemin en doğru karar olduğunu izah edip, beni otele çağıranların sağlam pabuç olamayacaklarından da bahsedip sıkı sıkı öğütledi.
Ona, söylediklerini düşüneceğimi söyleyip inmem gereken durakta arkama bile bakmadan indim. Muhtemelen el sallamıştır arkamdan.
Uzun ve kısa mesafeli tüm yolculuklarımda yaparım bunu. Karşımdakinin o manasız merakını sezdiğim an, bu sistem tıkır tıkır işler. Ben bile anlamıyorum nasıl olduğunu.
Kâh kocasından şiddet görüp evini terk eden kadın oluyorum, kâh aile içi tacizden kaçıp kadın sığınma evlerinden birine giden bir mağdur.
Bazen çocuk sevgisiyle yanıp tutuşan, bu yüzden de evlâtlık bir çocuk almak için fakir bir ailenin yanına giden zengin bir kadın. Kimi zaman da Mardin'deki toprak ağası amcamdan kalan mirasla Anadolu turuna çıkmış bir seyyah.
Misal en son; çocukken bizi terk eden annemi yıllardır aradığımı, en sonunda onu Müge Anlı'nın programı sayesinde nihayet bulduğumu, şimdi de ona kavuşmak için o şehre gittiğimi anlatmıştım birine. Bunu yaparken kendimden yaşanmışlıklar da serpiştiriyorum aralara. Baharat niyetine.
Yol boyunca sıkı bir muhabbet sürüyor. Bir de bakmışız menzildeyiz. Yollar bitiyor lâkin hikâyeler bitmiyor. Yarım kalmış hikâyelerimizle, kaldığımız yerden gerçeklerimize dönüyoruz yüzümüzü.
Netice itibariyle o kadınların kafaları benim yarım bıraktığım hikâyeleri tamamlamakla meşgulken, ben de Red Kid gibi ağzımdaki mozaiklenmiş sigaramla yeni ufuklara çoktan yelken açmış oluyorum.
Ömrümün kalan kısmında yüzlerini bir daha asla görmeyeceğim insanlarla birbirimize minik jestler yapıyoruz bu sayede.
Bu hikâyeler bazen o kadar dallanıp budaklanıyor ki, yan koltuktaki kadına dönüp mendil uzatmak zorunda kalıyorum. Hâl böyle olunca telefonunu vermek isteyenler, "hamili yakınımdır" yazılı kart uzatanlar, mail adresini bir kâğıt parçasına yazıp elime tutuşturanlardan tut da, şirketinde iş vermek isteyenlere kadar ürkütücü olabiliyor durum. Bir ara tüm bunları derlesem sıkı bir kitap çıkar diye düşünüyorum.
Her seferinde acıklı öyküler anlatmıyorum bu arada. Mutlu öyküler de çıkıyor. Birkaç ay evvel memlekete giderken yanıma oturan kadına; aslında benim çok tanınan bir yazar olduğumu, bugün de kitaplarımı imzalamak için o şehre davet edildiğimi oradan da "en iyi hikâyeci" ödülümü almak için Almanya'ya gitmem gerektiğini anlattıktan sonra bütün bunların son günlerde üzerimde bıraktığı tatlı yorgunluktan bahsettiğimi gayet iyi anımsıyorum. Geçmiş gün; daha fazlasını da anlatmış olabilirim.
O yolculuklarda anlattığım yüzlerce hikâye arasında bir yerlere de kendimi gizliyorum. Gizem hoş bir şey. Tadını kaçırmadığınız sürece.
Bir tür antreman bu. Nasıl desem, doğaçlama yoluyla hikâyeler yaratma. İstismar olarak düşünenler olacaktır bunu. Değil aslında. Kimseyi yaralamıyorum. Bilakis sıcak kanlı bir insanın, soğukkanlı hikâyelerini dinlemek onların hoşuna gidiyor. Beni dinlerken kendilerinden bir şeyler buluyorlar çoğu zaman. Sonra kendiliğinden tel tel çözülmeye başlıyorlar.
En önemlisi insan hikâyelerini seviyorum. İster acıklı bitsin, ister mutlu. Fark etmiyor. Hepsi bizden, hayatın taa içinden. Ya yaşanmış, ya yaşanası.
Samed Behrengi'nin "Küçük Kara Balık" kitabını okuyanlar bilir. Benim asıl derdim bu aslında. İnsan, hayallerinin peşinden gittiği sürece değerlidir. Tıpkı küçük bir kara balık gibi.