16 Kasım 2013 Cumartesi

"Ağaç kovuğundan öyküler" Nilgün Bıyıklı

İlk kitap, ilk heyecan.
Uhh!!!
http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=675547&sa=153330787




Şalteri kim kırdı?

Öğleden sonra üst kattaki kır saçlı bunak herifin karısı geldi. Hoşgeldine gelmişmiş. Her gün kapımın önünden geçiyormuş ama bir türlü kısmet olmuyormuş. Halbuki çalışmıyormuş. Fakat çalışmayan insanların da kendilerine göre planlı programlı bir hayat düzeni olurmuş. İşte anahtar kelimelerden birini kullanmıştı. Düzen. En nefret ettiğim kelimedir. Kafamda şimşekler çaktı. Odada düzenli ne varsa dağıttığımı hayal ettim. İnsan ne garip bir varlık. Bunu hayal ederken kadına gülümseyerek dünyanın en masum insanıymışım gibi şefkatle bakıyordum.

Tarçınlı melisa çayı ikram ettim. Tarçın kokusu beni sakinleştirirdi. Bu, kesinlikle iyi bir tercihti. Evliliklerden, boşanmalardan, ikinci evlilikler ve hızla akıp giden yılların vefasızlığından konuştuk. Ağır bir hastalık gibi geçen yıllar, öyle her önüne gelen kadınla konuşulacak mevzu değildi çünkü. 


 Sonra söz döndü dolaştı merdiven boşluğu lambalarına geldi. Aslında abinin erkek kardeşi elektrikçiymiş. Hatta yarın diğer katlara sensörlü lamba takmaya gelecekmiş tam da. Allah'ın işine bak ki ben erken davranmışım. Ah şu işgüzarlığım… Yine başıma bela olmuştu demek.

Meğer apartmanda elektrikçi olmayan bir tek benmişim. Çünkü daha bu sabah alt kattaki öteki bunak da elektrikçi olduğunu söylemişti. Katlar arasında bunca negatif elektrik bu yüzden mi dolaşıyordu yoksa!
Abi biraz sinirli sanki, diye bir cümle kurdum.
- Ahaaha, evet ama saman alevi gibidir onun siniri. Hemen unutuverir. Hemen de özür diler.
Özür dilemek güzeldir, dedim. O canavar ruhlu dev adam, bir anda gözümde sevimli bir pandaya dönüşmüştü. O iri kıyım, kaba saba, evde sürekli böğürerek gezen herifin bir kadının karşısında hatasını anlayıp özür dilemesi inanılacak gibi değildi! Demek o hırçın ve nobran görüntüsünün altında kadife gibi bir ruh taşıyormuş.
-Hatta ona derim ki “bak sen unutuveriyorsun ama ben unutmuyorum. Bağırma öyle diyorum ama elinde değil işte.

Bu kadın kocasını bal gibi seviyordu! O adamı! Allah bilir o adam baklava dilimi desenli çorap da giyiyordur! Ona rağmen bile seviyordur! Çünkü kadın, o adamdan basbayağı sevgiyle söz ediyordu. Özür diliyorsa başka tabi, diyerek kapattım konuyu.
Siz de gelin birgün, dedi ve kapıya doğru yöneldi. Tam kapıdan çıkacakken “şalteri kim kırdı” diye sordu. Kalpler kırılmasın yeter ki, gerisi bir şekilde hallolur diyerek sırtını sıvazladım. Kapıyı kapattım, hemen koridorda duran mor masanın üzerindeki doğal gaz faturasına baktım. Elli altı lira gelmişti. Hayatımda ilk kez bu kadar ucuza ısınmıştım.
Kadına da ısınmıştım.


 
 

1 Ekim 2013 Salı

John? Sen misin hayatım?


 
 

Evde yalnız kalmaktan ödü kopan bağyan arkadaşlarım var. Özellikle geceleri. Halbusi gece, güzeldir. Demlenmiş çay, köpüklü kahve ve yazmak için idealdir. Dün geceye kadar böyleydi en azından.
Uzun bir yolculuğun ardından pejmürde pert bir şekilde eve attım kendimi. Akşam erkenden zıbardım. Gece yarısı kapı gıcırtısı ile gözlerimi fal taşı gibi açtım. Evin köhne kapılarından biri korku filmlerindeki gibi ahenkle gıcırdıyordu. Hafiften bir tırsma hali. Yataktan kalktım.
 
Sonra vazgeçtim, tekrar yattım. Yorganı tepeme çektim. Uyumaya çalıştım. Yok olmayacaktı. Tekrar kalktım, ışıkları yaktım. Hangi kapının gıcırdadığını araştırdım. Meğer lodosun etkisiyle havalandırmadan gelen akım, banyo kapısını hareketlendirmiş filan. Sıkıca kapatıp yatağıma geri döndüm. Işıkları södürmemin peşinden tekrar uyumaya çalışırken telefonuma gelen mesaj sesiyle zıpladım. Allah’ın belası Türkcell’miş. Adamların hiç desturu yok!
 
Şimdi Amerikan korku filmi klasiklerine bir göz atalım. Orada nasıl oluyor mevzu.
Mary, hafta sonunu sevgilisiyle birlikte bir göl evinde geçirmeye karar vermiştir. Fakat son anda esas oğlanın bir işi çıkmış, Mary’yi önden yollamış, kendisinin de yarın akşam yanında olacağını telesekretere not bırakmıştır. Buraya kadar her şey yolundadır.
 
Mary, arabasında uzun yol şarkıları dinleye dinleye, her tarafı örümcek ağıyla kaplanmış göl evine varmıştır.
Eve girer girmez, eşyaların üzerine örtülmüş beyaz örtüleri kaldırmış, camları açmış, evi bir güzel havalandırmıştır. Hepsi bu kadardır. Ev yaşamaya hazırdır. Bizim kadınlarımızdan biri olsa bu kahraman, ne yapar? Önce araba fırçasıyla örümcek ağlarını alır, sonra elektrikli süpürge ile evi bir güzel baştan aşağı süpürür, yetmez siler. Camları ışıl ışıl yapar, banyo ve tuvaleti de porçöz ve domestosla elden geçiririr filan. Çünkü neden? Çünkü her Türk kadını bilir ki Domestos candır. Geçtik.
 
Mary canını yolda bulmadığını bildiğinden temizlik için parçalanmaz ve gece olunca kendini beyaz çarşaflı, nevresimli yatağına atar. Sonra mışıl mışıl uyumaya başlar. Kadında dert tasa yok tabi, başını yastığına koyar koymaz tık gider. Bizimkilerden biri olsa, o yattığı yataktan elli kere kalkar. Yok çamaşır makinesine çamaşır atar, bulaşık makinasını boşaltmak için kalkar, du çamaşırları da asayım öyle yatayım filan der. Sonra da diyorlar ki bizim kadınlarımız erken çöküyor. Çöker tabi. Az gavurun kadınından örnek alsalar ya!
 
Neyse efendim filmimize dönelim biz. Mary gece yarısı aşağıdan gelen kapı gıcırtısı ile gözlerini açar. İlk tepkisi nasıl olur hatırlatayım:
-John! Sen misin hayatım?
 
Bizde olsa Ahmet, Mehmet o an aklımızın ucundan bile geçmez. Arsızı, hırsızı, ipsizi, sapsızı dururken, Ahmet Mehmet niye gelsin hem.
Mary Yataktan sakin sakin kalkar ışıkları yakar, alt kata iner. Bir yandan da konuşmaya devam eder.
-Oww John! Hadi bebeğim şakanın hiç sırası değil, bana sürpriz yaptığını biliyorum hadi çık ortaya!
Bizde olsa film nasıl devam eder? Mary değil de Merve olaydı, o sesi duyduğu an, yorganı tepesine çeker kıpırdamadan bekler ve film orada biterdi.
 Fakat Mary bu! Boru değil!
Mary her ne kadar John John diye kıçını yırtsa da karşıdan bir ses gelmez. Boyu posu devrilesice John’u evin içinde bulamayan Mary, bu defa  hırs yapar eline bir el feneri alır ve bahçeye çıkar. Anam bacım, gece yarısı göl evindesin, kadın başına senin neyine elinde el feneriyle ormana dalmak! Çek yorganı tepene zıbar diğ mi? Ama yok Mary durmaz çıplak ayakla ve üzerinde sabahlığı, elinde el feneriyle John da John diye tutturur.
 
E ertesi gün n’olur peki, olay yeri inceleme, polis şeritleri,  ormanda bir manga üniformalı görevli vs vs. E rahat duraydın da devletin askerini, polisini meşgul etmeyeydin olma mıydı be kuzum?
Bak Merve’ye! Çekti yorganı tepesine. Yorgan altında feys bık’a takıldı filan derken uyudu gitti. Ertesi gün de John’la gününü gün etti.
Böyleyken böyle canlarım. Yazı bitti. Stop.
 
 

 

 

 
 

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Beşinci katın laneti


 
 
Bizim evde bir televizyon var. Aslında iki tane var da ben birincisinden bahsedeceğim.

Böyle yetmiş ekran, kocaman, tüplü, hantal olanından.

Genelde yatak odamda durur. Estetik olmadığı için odada kalabalık etse de burada pek göze batmıyor. Uyurken görmemek mucizevî bir durum olmalı. En azından insanlar âlemi için.

Sonra eser, mutfağa alırım. Döngü iyi bir şeydir. Sabit olan her şey, oldum olası huzursuz eder beni.

 

İlk günler televizyonun mutfakta olması ile oldukça mutlanırım. Yemek yaparken, bulaşıkları yıkarken çıkan bir habere, programa veya diziye kaptırdım mı, kendimi unuturum. Unutmak mutluluktur. Hatta mükemmel varsa budur.

 

Dediğim gibi ilk birkaç hafta saadet içerisinde geçen günlerimiz, ilerleyen günlerde bir azaba dönüşmeye başlar. Onun varlığı başlarda neşe kaynağımken, sonra ne olur da orada çakılı bir kazık gibi duruşu, giderek ruhsuzlaşması, donuk bakışlarla mutfakta salınışımı seyretmesi bana batmaya başlar, hiç anlamam.

Zaten de tezgâhın üzerini iyice daraltmıştır. Sırf onun tahammül edilmez varlığı yüzünden haftalardır radyo dinleyemez olmuşumdur. Oysa radyo ne güzel bir dosttur. Kitaplardan bile.

 

Daha düne kadar, yani o orada değilken sessizliğin sesini dinler, içsel yolculuğumda ne indi bindiler yapardım.

 

Bütün bu kendi kendime yaptığım istişareler sonucunda (istişare en az iki kişiyle yapılır biliyorum. Ukalalığın hiç sırası değil sevgili okur. Zira şu ana kadar sizin bilmediğiniz şey, bizim bir kişiden fazla oluşumuz) yapmam gereken ilk şeyin, o öküz gibi televizyonu tek başıma sırtlayıp kendi hür irademle o uzun koridoru aşarak yatak odasına hunharca kilitlemek olduğuna gönülden iman ederim.

Evde beş kişiyken neden tek başıma? Haklısınız bunu düşünmekte. Çünkü neden? Çünkü diğer dört kişiye göre bu artık sadece benim sorunum. Habisleşmiş tümörüm. Alınyazım. Kaderim. Saplantım. Sarı saçlarımdan ben suçluyum!

 

Onlar her aklıselim insan gibi beni Allah’a havale etmiş durumdalar. Allah’a havale edilen mevzu bizde genelde iki farklı anlamda kullanılır. Birincisi ümîdi kesmek, ikincisi ümit bağlamak. Ne tuhaf değil mi şu Türkçe? İki zıt kavramı da aynı deyimle ifade etmemiz akıl alır şey değil! Sanırsın memlekette savaş çıkmış da deyim kıtlığı var. Şimdi bizimkiler beni hangi anlamda havale ettiler nereden bileceğim değil mi?

Neyse zaten konumuz bu değil.

 

Hemen mutfağa koşarım. Tezgâhın üzerindeki o devasa boşluk nasıl da huzur bahşetmektedir. Tabiat boşluğu varsın kabul etmesin, ben ederim. Bazen bir şeylerin varlığından ziyade yokluğu tarif edilemez bir güzelliktir.

Siz beni mala bağlamışken hazır, ben de konuyu bağlayayım şimdi.

 

Bu ara kendimi bahsi geçen, tüplü, eşek ölüsü kılıklı, gittiği her yerde eğreti duran, ilk başlarda zemin üzerinde sevimli bir şekilken, bir süre sonra varlığı amansız bir illete dönüşen, tam bir baş belası, başkalarının uygun gördüğü yere sığamayan, ikinci üçüncü şahısların Allah’a havale ettiği o zavallı kutu gibi hissediyorum.

Atsam atamıyorum da kendimi.

Oysa beşinci kattayım.

Ölüme en yakın kattır beşinci kat.

6 Temmuz 2013 Cumartesi

Çok sev

Durakta bekliyordum. Hemen yanımdaki yetmişlik amca hapşurdu. "Çok sev" dedim.
"Efendim kızım, bir şey mi dedin, dedi.
"Erikli-2 diyorum. Gecikti."

Halamlar birer gerilla

Şu an Torosların eteklerine yayılmış olan halamlar yengemler ve büyük ablamlar zabahın dördünde uyanıp gün boyunca, kendilerine bir ay yetecek kadar, sacda yufka ekmek pişirmişler. Onların mücadele ve hayata tutunma şekline hayranım. Gerilla gibi hepsi. Ben niye böyle bir çöl bedevisi gibi yaşamayı tercih ediyorum bilmem. Bat dünya bat!

Konuşan sigara paketleri

Konuşan sigara paketleri çıkıyormuş yakında. Bazılarımızın hayatlarını gördügünde muhtemelen şöyle dile gelecektir:" Olm ne boktan bi hayat yaşamışsın be sen de! Yak yak. Beni yak kendini yak her şeyi yak!"

Mersin Villa

Azcık ucuz diye denişik bir firmayı tercih ettim bu defa. Muavine periyodik olarak ne soruyorsam cevabı hayır.
 İnternet baglantınız var mi? Hayır. Film kanallarınız var mı? Hayır. Yolcu battaniyeniz peki? Hayır. Falanca? Hayır.
Bunlar seyahat şirketi filan değil, bildiğin nakliye firması. Tarsus'a geldiğimde korkarım damperi kaldırıp boşaltacaklar hepimizi.
İşin garibi otobüste benden başka soru soran da yok. Dersin ki Bob Rose gelmiş koltuklara mutlu mutlu insanlar çizmiş gitmiş. En sonunda muavin yanima gelecek ve "al şu verdigin üç kuruşu da kapa çeneni!"
E uyuyayım bari.

Tükür tükür!

Tarsus'a giderken Ankara'da bir hatun oturdu yanıma. 52 yaşında. işçi emeklisi. Tam bir Fenomen. Aslen Diyarbekirli. Muhabbetin dibine vurduk. Her kadın bir hikaye. Kocası tam 4 sene aldatmış hatunu. Karısına da bu benim sosyal arkadasım demiş. Kadının okuma yazması yok. "Hele hocam sen bilirsin bu sosyal arkada§ nası bi şeydir? Bir anlat hele" dedi. Sonra cüzdanından kocasının vesikalık fotografini çikardi gösterdi. Dedim ki " Bu mikrobun fotosunu niye tasiyorsun cuzdaninda? Cevap aynen şu:"Böyle anlatınca çikarip gösteriyorum ki yüzüne tükürün diye. Tükür tükür!"
Kadınlar cok pis intikam alıyor vesselam

Kovboy

Bütün gün Çukurova'nın sokaklarında dolaşmaktan, kendimi şu an vahşi batının bir ay yıkanmayıp ancak birgün boyunca çimerek kirlerinden arınabilen kovboyları gibi hissediyorum. Stop.

Bat dünya bat!

Nevinde kahve içiyoruz şu an. Muhabbet Nevin'in bugunlerde başlayacagı kavitasyon (çıtırdatma yöntemi) ile zayıflama teknigi. Yarım saattir anlamaya çalışıyorum mevzuyu. Sabahki kahve keyfimizde ise gece yarısı üçte uyanıp yarım ekmegin arasına döşedigi yayla keçi peynirini nasıl götürdügünü anlatıyordu. Bat dünya bat!

Nirvana

Amaçsız uyanmak nasıl bir özgürlüktür yareppim. Tabi dünyalılar buna, aylalık; nihilizm, serkeşlik vs gibi adlar takmış olsa da aldırmıyoruz. Yüksek sesle yaşamak için harika bir gün canlarım.

Çevirgel duası

İki ablamın muhabbetine tanik oldum bugün. Çevir-gel duası üzerine konuşuyorlardı. Acaba dedim araba kullanırken ilerde çevirme oluyor da bunu malum eden bir dua filan mı acaba diye düşündüm.
Meger küsüp giden insanların ardından köpek gibi geri dönsün diye edilen duaymış. (köpek gibi yorumu bana aittir)
Ben de döndüm dedim ki "Kızlar, bırakın gitsin, dönerse sizindir, dönmezse hiç olmamıştır."

30 Mayıs 2013 Perşembe

Yazdım bir kenara


Şu ana kadar çok okunan herhangi bir Edebiyat dergisinin dikkatini çekememiş olmam, benim sönük bir yazar olduğumu gösterir mi? Hayır.

Bu, çok önemli mi peki?

Değil. Sonuçta az da olsa kendi çapımda bir okur kitlem mevcut. Ha yüz kişi, ha yüz bin kişi. Sonuçta yazar kişisi; yazısını bir tek kişi için yazar. Rakamlar sanıldığı kadar ehemmiyet taşımaz dostumcumlarım.

 

Misal ben yazı yazarken, beni en iyi anlayan, bir o kadar da seven bir dostumu karşıma oturtup onunla konuşuyormuşum gibi yazıyorum. Arada bir, çay kahve filan bile sorduğum oluyor. O derece şizofrenik bir aktivitedir yazmak.

 

Neyse efendim, mevzu dağılmasın. İnsanlar üzerinde gerek kelimelerimin, gerek davranışlarımın çarpıcı bir etkisi olduğuna inandırdılar beni. Sıradan biri olduğumu defaatle dillendirmeme rağmen üstelik. Tek geçerli nedenleri ise; bu ülkede her kadının ortalama başına gelebilecek envai çeşit hadiselere maruz kalıp, bunlardan ustalıkla paçayı kurtarabilmiş olmam. Namım Zeyna’ya kadar çıktı netekim. İyi bir şey tabi. Kabarabilirsin sen de kel Fatma diye diye kabardım. Telkin mühim mevzu canlarım. Aksatmamak lazım.

 

Şimdi vereceğim örnekle kanınızın çekildiğine, narsizmimin kök hücrelerinize kadar nasıl nüfuz ettiğine bire bir şahit olacaksınız.

 

Bundan iki üç yıl kadar evveldi. Rahmetli kayınvalidem epey bir rahatsız ve hasta yatağındaydı. On iki evladı, tüm gelinleri, damatları, torun torbaları başına toplanmış, moraller sıfır. İşin en kötü yanı da kayınvalidemde zuhur eden bilinç kaybı. Etrafındaki hiç kimseyi tanımıyor, geçmişe dair hiçbir hadiseyi anımsamıyor. Kendisine sorulan sorulara anlamsız bakışlarla cevap veriyor filan.

 

Büyüktür, atadır deyip iş çıkışı ben de bulunduğu eve geçmiş olsuna gittim. Odada ağır, yarı matemsi bir hava. Bir anda hasta dahil tüm gözler kapıda beliren bana çevrildi. Çünkü kapıda beliren bendim. Ben kendim. Mümkün olsa ben bile bana bakacaktım. Kalabalık ve bol tanıdıklı bir ortama giren en son kişi en cesaretlimizdir çok afedersin. Kayınvalidemin beni görünce gözlerinin çakmak çakmak oluşu bir yana “Nilcuuuunnnn!”  nidası kulağımda zınladı. Üstelik sadece benim değil, tüm salondakilerin.  Hangi açıdan nasıl bir etki bırakmış olabileceğim konusuna girecek değilim. Orası okuyucuyu ırgalamaz.

 

Salonda üzerimde kilitlenen bakışlara döndüm ve haklı bir gururla dedim ki “Gördünüz işte sevgili Romalılar! Ben u-nu-tu-la-cak ka-dın de-ği-lim!”

 

Salonda gülüşmeler filan. Trajikomik tabi. Sen tut besleyip büyüttüğün on iki evladı, bilmem kaç damadı, bir o kadar gelini bir kalemde sil at kafandan, beni pamuklara sar sarmala  muhafaza et. Kainatta tesadüfe tesadüf edilmez canlarım. Bunu yazın bir kenara. Zira ben yazdım an itibarı ile.

 

Bir gün keşfedileceğim ama belki o gün ben bu fani dünyadan çok uzaklarda olacağım. Çok hüzünbaz bitti lan bu yazının sonu. Böyle planlamamıştım oysa ki.

 


 Beng beng lükü lüüü!!

24 Mayıs 2013 Cuma

Hayatın hıncını minibüs şoföründen çıkarmak diye bir şey var






İnsanın dünyası işiyle evi arasındaki iki kilometrede zuhur ediyorsa, haliyle kendi mıntıkana yoğunlaşırsın. Bu gayet insani bir duygu durumudur. Ne zamandır dile getirmeyi düşündüğüm bir mevzu var çok afedersin.

Şimdi benim bu her mesai dönüşü kendimi, kendi cehennemime atmak için bindiğim dolmuş var ya, Erikli-1 olan hani. Çünkü Erikli-2’yi sadece en radikal kararlarımı almak için kullanırım. Öyle bir misyonu var zihnimde Erikli-2’nin. Canım Erikli-2.

 Mevzu bu değil. Dolmuşa biner binmez şoföre parayı uzatıyorum misal, zira mesafe kısa, para üstünü aldım alamadım stresi bir an evvel bitsin fikriyle derhal parayı uzatıyorum. İlişki durumumu ifade eden cümleyi patlatıyorum: “Şuradan bir kişi uzatır mısınız?( öğretmen)”

 Niye öğretmen? Çünkü öğretmen, sivil vatandaşa göre, 25 kuruş daha az ödüyor. Bu tartışılır, tartışılmaz ayrı konu. Zira Allahsızlığın lüzumu yok.

Konumuza dönelim. Bunu, oturma eylemimi gerçekleştirdiğim yerden uydurmuyorum. Dayandığım sağlam veriler var. Aydın Şoförler Otomobilciler Otobüsçüler ve Minibüsçüler Odası’nın yönetmeliği gibi mesela.

 
Şoförler, aydın insanmış bak, anlar laftan sözden diyorum ama kime diyorum. Bazen duymamazlıktan geldikleri oluyor.

Bir çok kez başıma geldi, gelmeye de devam edecek. Bir buçuk lirayı uzatıyorum, efendi efendi yirmi beş kuruşun gelmesini bekliyorum. Mesafe daraldıkça, ben de daralıyorum. O yirmi beş kuruş buraya gelecek! Kafam güzel. Ayran içmişim. Gelmiyor. Son yüz metre kala bir atak yapıp şoföre hatırlatıyorum “Şey ben bi öğretmen uzatmıştım da, yirmi beş kuruş gelmedi halen”

 Şoförün iç sesi: “Şimdi ben seni iki seksen bi uzatıcam!”

 Hoopss! Bazı kelimeler bazı anlamlara gelmiyor albayım. Alayım ben yirmi beş kuruşumu. Şoförün manidar bakışları eşliğinde yolcular elden ele parayı bana uzatıyor.
 
Yanımda oturan eleman, komşuluk hissiyatıyla karışık, beni desteklemek zorunluluğu altında ezim ezim ezilirken “E tabi, mevzu beş kuruş, on kuruş mevzusu değil, hakkını bir kuruş da olsa almanın anlam ve önemi”

 Ana fikir bu gibi görünse de bana pek öyle gelmiyor. Hayata olan hıncımı minibüs şoförlerinden almaya odaklanmış bir ömür tüketiyordum sanki. Yoksa küçük hesapların insanı olup olmamamla bir alakası olduğunu sanmıyorum. Ağzına yandığımın hafızasından atamadığım, atmaya çalıştıkça kene gibi yapışan, uğradığım haksızlıklarla geçen yıllarım ve bu haksızlıklara sırf o yaşlardaki toyluğumun vermiş olduğu sinmişliğin, silikliğiyle karşı koyamayışlarıma bir başkaldırı!

Çayım soğumuş, çayın altını yakıp gelicem.


23 Mayıs 2013 Perşembe

Dondurmam gaymak

Okulda canı sıkılan öğretmen, öğretmen midir? Müdür müdür müdür? Okurum Lale Mürdür, coşarım güldür güldür, yoksa ben barbar mıyım, gel de yar beni güldür. Eheheu!
Sonra baktım havada pis bir sıcak var, dondurma yesem dedim önce. Tek başıma yesem aybolacak,  öğretmen arkadaşlara ısmarlamak gerekecek filan, cep delik cepten delik otur oturduğun yerde kızım. Kafamda deli sorularla baktım zil çaldı.

Aklımda dondurmayla, derse girdim. Çocuklara ders kitaplarını açmalarını söyledim. İtiraz da edemiyorlar yavrucaklar, eli mahkum açıp beklemeye başladılar.
Kandemir, metni sesli bir şekilde okumaya, diğerleri de takip etmeye başladı. Met devam etti, diğer sayfaya geçtik. Ben dahil bütün sınıfı bir esneme aldı götürdü, bulamadan getirdi.. Sıkıldıkça sıkılıyorduk.


Biteceği yoktu kör olmayasıca metnin. Çünkü baktım tam dokuz sayfaydı. Dokuz sayfa metin mi olur bu yaş çocuklara. Bir şeye de benzese. Hiçbirimiz bir şey anlamıyorduk.
Mihriban okurken “dur!” dedim. Hepsi aynı anda başını kaldırıp bana baktı. Uçan bir balonun içindeydik ve birinin bu balonu acilen patlatması gerekiyordu.
Bir cevap bekliyorlardı benden. Makul bir açıklama en azından. Buraya kadar bir şey anladınız mı, diye sordum. Tık yok.
Çantamdan iki sayfalık bir yazı çıkardım. Bu; son yazılarımdan eğlenceli bir metindi. “Size cazip bir teklifim var çocuklar. İsterseniz kitaptaki metni bitirelim, isterseniz size kendi yazılarımdan kısa birini okuyayım, sonra üzerine konuşalım. Karar sizin.”
Canlanmışlardı. Teklifimi hemen kabul ettiler. Böylece o aptal metni okumaktan, zoraki bir anlam çıkarma derdinden yırtmıştık.

Yazımı okurken hepsi pür dikkatti. Zaman zaman kahkahalar uçuştu havada. Sonra birkaç soruyla mantıklı geri dönütler aldım. Sonra kendime döndüm ve dedim ki “ Henüz ne olduğunu bulamasam da, bir şeylerin kralı olduğuma eminim”

21 Mayıs 2013 Salı

Özet geçiyorum

Fotoğraflarla aram, son birkaç yıldır iyi sadece. Bilinçaltımın bir tür kendimi cezalandırma yöntemi olabilir. Son kırk yılın yaşanmış olumsuz şartlarından da olması muhtemeldir.

Hiç bebeklik fotoğrafım yok. Çocukluktan var iki tane. Nasıl güzel gelir bana. Hepsi o kadar. Liseyi bitirdiğim gün, can dostlarımla yaptığımız havuz partisinin fotoğrafları da yok ortada. Aslında öyle bir havuz partisi de yok. Tıpkı öyle can dostlarım olmadığı gibi.

Ardından üniversite. Dini cemaatlerle, verdikleri iki kuruş için çalıştığım basın bürosu arasında mekik dokuduğum yıllarda bir de baktım nikah masasındayım. Tanımadığım insanlardan iki de şahit. Fotoğrafçı mı, o da yok ortalıkta. Belki işi çıkmıştı. Peki ya annem babam? Daha mühim işler vardı belki hayatta. Sonra bomboş koca salona döndüm ve dedim ki “bu nikaha itirazı olan var mı?
Gülüştük.
Üniversite bitti. E mezuniyet balosu fotoğrafları? O da yok. Tüm klişelerin saçma geldiği yıllardı. Aylardan sonbahardı. Fotoğrafçı göçmen bir kuşa dönmüş o ara “Ben Güney’e gidiyorum. Buralarda durulmaz artık. Stop.” yazılı bir de telgraf çekmiş. İyi dedik. Ona da tamam.

Okul bitti, iki ay sonra anne oldum. Güneydoğu’nun kuş uçmaz kervan geçmez bir köyündeyim. Issız bir adanın bile bunun yanında, ışıltılı bir şehir sayılabileceği bir mezra. Kucağımda benden medet uman bir yavru ceylan. Bana yabancı. Ben de ona. Acınası. Ben miydim şimdi onun annesi? Peki ya fotoğrafçı? Dönmeyecekmiş Güney’den. Çok sevmiş oraları, yerleşmiş. Birkaç da hayvan almış, besliyormuş hayvan herif.

Sonra bir ara ülkenin kuzeyinde buldum kendimi. Bir dağ köyünde. Can sıkıntısından çifter çifter doğurduğum yıllardı. Gözlerim yine fotoğrafçıyı aradı. Olmaz ya, belki döner diye. Umut insana hediye.

İstemediği bir rolü oynayan film artisti gibi insan. Galada fark ediyorsun rolünün sıkıcılığını. Filmin yarısında “Ben gideyim artık” desen de, kimse iplemiyor. Madem başladık bitirelim diyorsun o zaman. Böyleyken böyle.

Uzun hikaye vesselam. Herkesin bir kitabı vardır boynunda demişti Elvan bir keresinde. İçimi acıtır bu cümle.
En sevdiğim fotoğrafımdır bu. Burcu çekmişti. İyi kızdır Burcu. Gözlerimdeki hüznü iyi bilir. En çok da bu yüzden severim onu


19 Mayıs 2013 Pazar

Şöhret ateşten gömlek


Bugün mahallede aylak aylak gezinirken iki yakışıklı delikanlıyla karşılaştım. Oldukları yerde mıh gibi çakılmış, dikkatle önce bana, sonra birbirlerine bakıyorlardı. Acaba arkamdan gelen biri var da ona mı bakıyorlar düşüncesiyle arkamı dönüp yolu kolaçan ettim. Yok, ardımdan gelen giden yoktu. Bildiğin bana bakıyorlardı. Yüzlerinde biraz şaşkın, aslında bir şey söyleyecekmiş de söylemeye çekiniyorlarmış gibi bir ifade vardı.

 

Bense kendimden emin bir tavırla,  Kıvanç Baldantatlıtuğ ile Mahmut Tuncer tiplemesi arasında sıkışmış, ne tarafa ait olacağına henüz karar verememiş halde olan gence döndüm ve “noldu genşler, bi karın ağrınız mı var sizin?” deyiverdim. İçlerinden biri, yani Kıvanç Baldantatlıtuğ ile Mahmut Tuncer arasında sıkışıp kalmış olan tip değil, diğeri  “Siz Nilgün Şahsi değil misiniz, hani şu yazar olan” diye sordu..

 

 Ehehue.. Tabi şöhretim dağları bayırları aşıp tee bizim mahalleye kadar gelmişti demek. Hep bugünü beklemiştim. O değil de okur kitlemin orta yaş dışında kimlerden oluştuğunu feci merak ediyordum. Demek yirmili yaşları da kapsama alanıma almıştım. Yirmili yaşlara hitap edebilmek benim yaşımdaki bir yazar için süperkulade bir durumdu. Hafiften kasılarak, “evet genşler, o benim. Yani Nilgün Şahsi.

 

İşte şöhret böyle bir şeydi. Bir alzaymır hastası gibi dolaşırsınız ortalıkta. Herkesler sizi tanır, siz kimseyi tanımaz etmezsiniz. O an bir tuhaf olmuştum. Kibirlenmiş miydim lan yoksa. "Bak akıllı ol, hadis madis var bu konuda. Kalbinde zerre kibir olan cennete giremez filan derdi bizim lisedeki dinci" diye kendi kendime telkin pompalamaya başladım. O sırada gayri ihtiyari suratıma tütün kolonyası kokusu çarpmıştı. Çünkü bizim dincinin aklımda kalan tek özelliği; sınıfa girdiğinde burnumuzun direğini kıran, her sabah tıraştan sonra başından aşağı boca ettiğine inandığım SERVET tütün kolonyası zulmüydü. Evet, bu düpedüz bir zulümdü.
Zihnimdekileri kişkişleyip elemanlara döndüm.

 

Sonra, bir elimi cebime soktum, diğerini de  iki yağız delikanlıdan birinin omzuna atarak dedim ki “bakın genşler herkes aynı soruyu soruyor, kitap ne zaman çıkıyor filan diyecekseniz biliyorum, fakat bu işler aceleye gelmez. Hem zaten henüz sponsor bulabilmiş değilim, ufak tefek teklifler yok değil ama ehemmiyetsiz şeyler bunlar. Böyle nebleyim bomba bir şey bekliyorum belki de”

 

- Yok apla, biz şu aşağıdaki marketin yanındaki Arçelik dükkanının elemanlarıyız. Mart ayından mı ne bir ödemeniz, daha doğrusu ödememeniz kalmış. (bu arada kendi aralarında bıyık altından gülüşmeler filan, ayıp yaa) Patron, görürseniz yolda sokakta, bi uğrasın  dükkana dediydi. Telefonu da yanlış mı vermişsiniz, biz mi yanlış yazmışız bilemedik ama öyle bir numara yok deyip duruyor operatör. Ha, bir geldiğinizde de orada burada yazılarınızın yayınlandığından bahsetmiştiniz, o kalmış aklımızda.

16 Mayıs 2013 Perşembe

"Gözlerimin gözü aydın"


Okul çıkışı eve gitmek için alt geçitten yürümek zorunda olmaktan nefret ediyordum. Yerin altı hiç cazip değildi çünkü. Gökyüzü varken hele. Alt geçide Bukowski kılıklı bir herif koymaları tırsınç bir durumdu. Sağıma soluma bakmadan, hızlı fakat kendimden emin adımlarla alt geçidi alt ettim. Aslında hiç kendimden emin adımlarım olmaz benim. Rol yapmak iyidir. Dolmuş beklemek için yolun kenarında konuşlandım. Meğer  bu defa çevik kuvvet binasının önünde konuşlanmışım. Polis kıyafetli bir yakışıklı, gelip uyardı. “Hamfendi burada beklemek yassah, az ileride bekleseniz?”

Yedik sanki, desem de içimden, aynı zerafetle “Aaa, öyle mi, madem yasakmış ben az ötede bekleyeyim bari”  Kanun nizam bilen biriydim nihayetinde.

 

Cebimde sadece 1 lira vardı. 200 metre öteden binsem, şoförün bir lira aldığını, bulunduğum yerden binsem 1,25 olduğunu hatırlayınca yürümeye başladım. Bazen pazarlıkla 1 liraya da alıyorlardı lakin, 25 kuruş için papaz olmaya değmezdi, yürüdüm. Dolmuş hınca hınç doluydu. Yaşlı ve hamile olmadığım için kimse yer vermiyordu. Şükrettim. Sırf, dolmuşta yer bulabilmek için doğuran nice kadınlar tanıdım ben. Neyse yolcular inmeye başladıkça yer açıldı, oturdum. Sonra yanıma siyah çarşaflı bir kadın bindi. Yaşları birbirine yakın, sarı sarı iki de küçük çocuğu vardı yanında. Kadın rahat birine benziyordu. Rahat derken, yanlış anlaşılmasın, şöyle: Kadın koltuğa oturdu. Çocuklar ayaktaydı ve üstelik sürekli açılıp kapanan kapının hemen dibindelerdi. Hızla durup kalkan bir vasıtaya binen bir annenin öncelikle çocuklarını güvenli bir yere alması gerekmiyor muydu? Gerekmiyormuş. Sanki o çocuklar, kadının değil benimdi. Hiç oralı değildi. Önümüzde uzayıp giden yoldan gözlerini ayırmıyordu. Kadının rahatlığı beni gerim gerim germişti. Beynimde kadınla kavga etmekten vazgeçip başımı camdan dışarı çevirmekte buldum çareyi. Hem belki kadının kafası çok karışıktı. Gerçi kafası karışık olmayan kadın tanımamıştım. Belki de çok aşırı mutsuzdu, belki ölmek istiyordu. Belki etrafında ne olup bittiği umrunda olmayacak kadar kötü günler geçirmekteydi. Mutsuzluktan geberilmiyordu ki, n’aspındı. Fazla empati, şizofreniye mahaldi.

Bu senaryolarla kadını kafamda infaz etmekten kurtarmıştım. Ben bir kahramandım.

 

 Sonra eski mesai arkadaşım Seval bindi dolmuşa. Görmedim numarası çekeyim desem de yememiş, yanaklarıma bir çift buseyi kondurmuştu. Her şey için çok geçti. Beş dakikalık yol arkadaşlığımızda bana, bir yaşındaki oğlundan, babası (oğlunun biyolojik babası, yani kocası işte, okur dediğin zeka küpüdür sevgili okur) vasıtasıyla aldığı ilk anneler günü hediyesini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Çift kişilik Şebnem Ferah konser bileti, sevgi ve minnet dolu bir koca, buna alet olan küçük bir çocuk, anneler günü zırvalığı… Aklımda kalan birkaç sözcük. Parçaları bir ara birleştiririm düşüncesiyle pek dinlemedim, dinlemek istemedim. Mutlu insanların, hiç olmadık yerlerde az samimi olduğu -hele ki mutsuz- insanlara bu muhabbetleri yapmalarının, şımarıklıktan öte bir davranış olmadığı fikrinde sabittim.

 

Seval inince, derin bir nefes aldım. Dolmuşun güpürlü tavanı, gece klubünü andıran mavimtrak ışıkları altında, radyoda bangır bangır bağıran, içinde “gözlerimin gözü aydın” cümlesinin geçtiği arabesk şarkıyı dinlerken eve varmıştım. Kapıyı açarken Şebnem Ferah’ı sevebilmem için hiçbir neden olmadığını düşündüğümde ferahlamıştım.

Biz şizofren değiliz!

Dün akşam koltuğa yayılmışım dizi saatimin gelmesini bekliyorum. O sırada benim çıraklık eserim odaya girdi ve kanalı değiştirdi.
“Kanal d’yi aç yafrum, Cemile’yi izleyeceğiz” dedim.
- Siz kim, dedi.
Çünkü odada bir tek ben vardım.
Kendime duyduğum yüce saygıdan, dedim.
-Ha, şizofren olmanla bi alakası yok yani, dedi.
İyi dedi.

Netenyahu

Netenyahu.
Neden yahu?
En dipnot: 1000 kez yapılmış bi espriyi daha evvel hiç duymamış olup, sonracığıma ilk ben yaptım sanan insandan zarar gelmez. sevin onları

Kuzey'in Cemre'ye evlenme teklifi

Kuzey'in Cemre'ye evlenme teklif ettiği videoyu izledim.
Çıkardığım sonuç: Kızın gözlerinin, ağlarken ne kadar da güzel olduğunu gördüm.

Bu ara ne dinliyorum

Radyoda ilk dinlediğimde Kayahan sanmıştım.
 Değilmiş.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Şizofrenik yazı

-Bugün feci yazı yazasım var.
- E ne duruyorsun yazsana.
- Yazacak bir şey bulamıyorum.
- Geçen gün Denizin dibine atsanız yine de yazacak bir şey bulurum” diyordun. Noldu?
... -Tırt. O, o gündü. Bugün yazılabilecek her şeyin yazılmış olduğunu, belki de bana bir şey kalmadığını düşünüyorum.
- Aşk üzerine karala bir şeyler işte. Herkesin bir bıçak yarası vardır bu konuda. Tutar yani.
- Aşka inanmıyorum artık. Aşk tanımaz biri, aşk üzerine ne yazabilir ki. Hiç
- Bak bugün bir sürü olay oldu, onu yaz. Bugün okulda hani; sen ve Bayan Spring koridorda sınavın başlama saatini beklerken x bayan yanınıza geldi ve elindeki çayı sana doğru uzatarak, “şunu tutar mısın hayatım, bir imza atıp geleceğim” dedi.
-Eee, nolmuş?
- E’si sonra aradan iki dakika geçti ve y bayan geldi yanınıza, yani x bayan tekrar dönüp çayını alıp gittikten sonra.
- Evet.
- Sonra y bayan da elindeki kahve fincanını sana doğru uzatırken “şunu tutar mısın şekerim bi imza atıp geliyorum hemen” dedi ya.
-Dedi.
E şimdi burada bir korelasyon yok mu sence?
- Ne var olm söylesene, adamı hasta etme şimdi.
Şunu diyorum. Orada Bayan Spring ve sen varsınız. Bayan x ve bayan y her ikinizi de eşit mesafede tanıyor olmalarına rağmen, her ikisinin de elindeki objeleri tutman için sana uzatmaları kuru bir tesadüf mü sence?
-Kabul ediyorum ben tutucu biriyim. Onun için benim tutmamı istemişlerdir.
-Kötü bir espriydi, kabul et.
-Kabul ediyorum.
-
-Sende garson tipi var, bunu da kabul et.
-Zaten ek iş arıyorum bu ara. Bence bu işi düşünmeliyim. Bak tipim de müsaitmiş hem.
Yazarlıktan bir bok çıkacağı yok nitekim.
Kahramanımız ardına bile bakmadan kendinden hızlı adımlarla uzaklaşır.
-Nereye! Daha yazı yazacaktın.
-Tüm “Bizimle çalışır mısınız” tekliflerine “Evet” demeye. Yazmayacağım yazı mazı. Tipime tüküreyim!
-Küfretme lan!
-Lan deme bana lan!
Yazı bitti.

Günde 9 saat uyumak

Bugün beş saatlik uykuyla it oturdu ben oturmadım. İnsan gibi insan olabilmem için 9 saat deliksiz uyumam şart. Bu sebeple tüm gün mal gibi gezindim ortalıkta. Karşımdakini dinliyorum fakat anlamakta güçlük çekiyorum. Kafam basmıyor resmen. Ama bi dokuz saat uyudugumda bi görün beni. Fiyuwww! Şimdi bu nereden geldi aklıma. Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli' ne başladım bugün. Orada kızın biri başka bir köye gelin gidiyor. Üç beş ay sonra kocası kadını "Bu çok uyuyor" deyip baba evine geri yolluyor. İşte orada kendimi gördüm. O kadına sarıldım, sonra saçlarını okşadım filan. Böyle.

Ha fotoğraf mı? Yazıyla herhangi bir mantık bağlantısı yok.
Yazarın kafası öyle esmiş sadece.

10 Mayıs 2013 Cuma

Cuma hutbesi

Sevgili Romalılar. Canlarım. Ciğerlerim. Şekerparelerim. Bütün imamlar toplaşıp golf oynamaya gitmiş. Bugünkü cuma hutbesi bu sebepten benden. eheheu

Alay Komutanı Tabur Komutanı'nı çağırmış ve tembih etmiş "Yarın güneş tutulacak. Bu her zaman görülen bir hadise değildir. Eratı talim elbiselerini giymiş olarak talim sahasına getirin. Ben de gelip onlara gerekli bilgiyi vereceğim. Tabi yağmur yağ...
ar ise haliyle bir şey göremeyiz. O zaman eratı üstü kapalı talim yerine götürünüz ve tutulmayı siz anlatınız"

Binbaşı Bölük Komutanını çağırıp "Albayın emri ile yarın güneş tutulacak. Bu hadise her zaman görülmez. Yağmur yağarsa hiç görülmez. O zaman tutulmayı talim elbisesi ile kapalı yerde ben yapacağım" demiş.

Yüzbaşı Teğmeni çağırmış "Teğmenim" demiş "Yarın hava güzel olursa Albayın emri ile güneş tutulması yapılacaktır. Ancak yağmur yağarsa ki bu pek rastlanan bir hadise değildir, kapalı salonda Binbaşı talim elbisesi giyip tutulmayı yapacak" demiş.

Teğmen Başçavuşu çağırıp "Yarın hava iyi ise Albay, eğer hava kötü ise Binbaşı talim elbisesi giyerek tutuklamaları yapacaklar. Bu her zaman rastlanan bir şey değildir" demiş.

Başçavuş erleri toplamış "Yarın teğmen Albayı tutuklayacak eğer o tutuklanmaz ise biz de kapalı yerde talim elbiseli Binbaşıyı tutacağız. Bunu her zaman göremezsiniz" demiş.

Akşam erler aralarında şöyle konuşmuşlar: "Ulan helal olsun bizim Başçavuş'a be! Adam gözünün yaşına bakmadan sırf talim elbisesi giydi diye bizim Binbaşı'yı tutuklayacakmış. Albay'ı da çağırmış 'Komutanım gelin! Bunu her zaman göremezsiniz' demiş'

7 Mayıs 2013 Salı

Düz adam Sami

 
Nöbetim bitince öğretmenler odasına geçip bir koltuğa yayıldım. Tepemde dikilmiş olan x bey, hemen karşımda oturan y hocaya hararetle bir şeyler anlatıyordu. Sohbete dahil olmanın gereksizliğini fark edince gözlerimi, karşımda duran koltuğun hemen yanındaki koca saksının içine hapsolmuş zavallı çiçeğe diktim.

Biliyordum ki gözlerimi bir saniye çiçekten ayırıp, bay x'e çevirsem esaretin bedelini kuruşu kuruşuna ödeyecek, gereksiz bir yığın konuşmaya dahil olacaktım. Çiçeğe baktıkça baktım. Sonra oralı olmadığımı fark eden ve ısrarla beni o lüzumsuz konuya dahil etmeye çalışan x bey, “ne o Nilgün hanım, daldınız, ne düşünüyorsunuz öyle derin derin” diye sordu. Alın size ifrit olunası bir soru. Bir nesneye, varlığa uzun uzun baktığımda, derin derin düşüncelere dalmam ki ben. Neye bakıyorsam onu düşünürüm. Düz bir insanım. Sıpsıradan. Çiçeğe baktım ve çiçeği düşündüm. Eşeyli ve eşeysiz üremeyi, sporu, mitoz bölünmeyi, fotosentezi. Basit yani. Derinlik arama telaşı niye.
 
Sonra başka bir saatte yine aynı mekanda kurduğumuz hayallerden konuşuluyordu. Dikkatim başka bir noktaya yoğunlaştığından, konuşulanları, narkozdan yeni ayılan hastanın yarı baygın algılamaları dozunda duyabiliyordum. İçlerinden birinin, kendini zaman zaman prenses olarak hayal ettiğinden, hatta eski zamanlarda belki de bir prenses olarak dünyada var olmuş olabileceğinden bahsettiğini hatırlıyorum. Bir ara bana sordular hayallerimi. Kendimi sadece "emekli" olarak hayal ettiğimi söyledim. Güldüler. Oysa ben ciddiydim. Emekli olunca yapılacak bir sürü işim vardı. Daha doğrusu yapacağım bir dünya iş vardı ve bütün bunlar için en doğru zaman emeklilikti.
 
O arkadaş bir prenses kadar güzel, asil ve alımlı görünüyordu. Böyle bir hayali kurmaya hakkı vardı. Kendi adıma böyle bir hayal kurmanın ne lüzumu vardı şimdi. Yolda kimsenin fark edebileceği bir özelliğim yoktu. Bir bakan bir daha bakmazdı. Tanıyorsa bakar, tanımıyorsa bakmazdı. Düz biriydim nihayetinde. Tarif edilirken özel bir ayrıcalığım akla gelmezdi misal. Her bir vasfım ortalama değerdeydi.

Diyeceksiniz ki, parmak izin herkesten farklı. Bu seni özel yapar. Değil işte. Herkesin farklı çünkü. Böyle bir şey kişiyi sadece sıradanlaştırır. 

Küçük hayallerim yok muydu peki? Elbette vardı. Bir an evvel mesaimi bitirip eve dönmek. Tek başıma bir fincan kahvemi içmek. Ay sonunda faturalarımı düzenli olarak ödeyebilmek. Bunları gün, hafta ve ay içerisinde aksatmadan becerebiliyorsam, dünyanın en bahtiyar insanıydım. Bu durumda en büyük hayalimin emeklilik olması hiç komik değildi..
 
Sıradanlık ne güzel bir kamuflajdı.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Kriz yönetimi


Hafta sonu şehir dışından bizim oğlan geldi. Yeğenim. Mutfakta kahve içerken hadi çağır şu kız arkadaşını da bir görelim in midir, cin midir, diye teklif ettim. Kız on dakikaya bizim evdeydi. Şimdiki kızlar, ömrün üç günlük olduğunu genç yaşlarına rağmen erken idrak etmiş olmalılar ki hızlı düşünüyor, hızlı karar veriyorlar. Ya da ben tutucu bir gençtim.

Mümkündür. Böyle olmasa ilk erkek arkadaşıyla evlenen kadın kervanına girmezdim. Neyse, ufak tefek, sesi zar zor çıkan, düz bir kızdı karşımdaki. Az mahcup, çokça sıkılgan. Üzerinde görücüye çıkmış kızların anlamlı, bana göre anlamsız sayılabilecek telaşı vardı. O yaşta kim olsa  telaşlanırdı. Şu yaşımda olsam telaş yapmam ayrı konu. Çok da tınn, der fütursuzca içerdim kahvemi sigaramı.

Bir ara sevdiği çocuğa su vermek için masadan kalktı kız. Tam o sırada ayağı takıldı ve halıya yapıştı. Görmemezlikten geleyim dedim olmadı. Çünkü masada dört kişiydik. Dördümüzün de görmeme ihtimali yok denebilecek kadar azdı. Önce bir kahkaha patlatayım, üzerine uçuş takımlarını açsaydın keşke gibisinden saçma sapan espriler yapayım ortam gevşesin filan diye düşündüm. Esprinin mantıklısı olmazdı, vazgeçtim. Kız bunu kaldıramayacak kadar utangaçtı, kıyamadım.

 İlk izlenimde itici bir teyze yaftası yememek için kalkıp suyu masaya koymakla yetindim. Bizim oğlan sakin çocuk. Kız düştü, yerde çırpınıyor, o oturduğu yerden gülüyor. Ben erkek olsam, nezaket gösterip yerimden kalkar onun elinden tutar, bir şeyin yok ya aşkım der, yerine oturtmaya filan kalkışırdım. İyi ki erkek doğmamışım. Fazlaca yıpranırdım. Ben ısrarla konuyu değiştirme atakları gösterirken, zavallı kızcağız halen düşmemin tefsirini yapmakta direniyordu. “Sabahtan beri koşturuyorum, sınavdan çıkıp iki dolmuş değiştirip buraya geldim, sanırım tansiyonum düştü.” Yahu kızım olur! İnsan bu. Düşer de kalkar da. Uzatma işte. Olur öyle, demekle yetindim.

Üniversiteydim. Sevdiğim çocuk kaldığım yurdu aramış, beni saat bilmem kaçta yurdun karşısında beklediğini söylemişti. O zamanlar cep telefonu denen illet olmadığı için, gelen telefonlar yurdun bütün katlarında bas bas anons edilirdi. Kimin çıktığı var, kim yalnız herkes bilirdi. Her şey şimdiye göre daha meşruydu. Bu, iyi mi kötü mü tartışılır.

Mevsimlerden yazdı. Ne söylesem azdı. İçim kıpır kıpırdı. Kelebekler gibi uçuyordum. Dünyanın algısının çok dışında bir taşralı, henüz derinliklerde boğulmamış, sevginin demir zırhından emin adımlarla yurdun kapısına indim. Sevdiğim çocuk yolun karşısında durmuş beni bekliyordu. Karşıya geçecektim ve güzel bir gün geçirecektim.

Umut ne güzel bir şeydi. Hayal ettiğiniz anı, yaşamışlık hissi verir. Mutluluk katlandıkça katlanır. Yurt binasının hemen yanına bir bina yapılıyordu ve ben az sonra o inşaatin önünden geçecektim. Kendimi süper Mario gibi hissediyordum. Yok yok, kesinlikle dünyanın en güzel kızı bendim. Bir Hülya Koçyiğit edasıyla yürüyordum. Tam inşaatin önündeydim. Aniden kafamdan aşağı boca edilen bir şeyler hissettim. Ne olduğunu anlayamadım önce. Allah’ın sopası mı lan bu, diye düşündüm.

Çünkü anamgiller beni oraya okuyup adam olayım diye göndermişlerdi. Ben eşeklik ediyordum. Üstüme başıma baktım. Baştan aşağı harç olmuştum. Tamam, belki heykeli dikilecek biriydim. Bu benim fikrimdi ve bunu inşaat işçileriyle daha evvel paylaşmadığıma emindim. İnsan bir şeyden çok emin olsa da, illa onay bekliyor işte. Nebleyim.

Biraz daha orada öyle durursam, kızgın güneşin de etkisiyle yurdun önünde, kendi heykelini kendi dikmiş bir şapşalın timsali olarak ölümsüzleşecektim. Yolun karşısına baktım. Çocuk halen orada korkuluk gibi durmuş bana bakıyordu. Bence zekamı test ediyordu. Vereceğim tepkiye göre, benimle evlenip evlenmeyeceğine karar verecekti. Kriz yönetme becerimi ölçüyordu. Renk vermedim. Veremedim. Yüzümün kızardığı, üzerime dökülmüş bir varil harçtan kamufle olmuştu çünkü.

Hiç vakit kaybetmeden yolun karşısındaki elemana el salladım. Bu el sallamanın içeriği mesaj doluydu. Yani “şu an rezil olmuş olabilirim ama halen özgüvenim tam”  Kendimi seviyordum. O da el sallayıp özgüvenimi onayladı. Asıl ben onu test etmiştim işte. Bakalım o, krizi nasıl yönetiyordu. El sallamasaydı fişini çekecektim. Dirençli çıkmıştı. Bir daha da terk etmeye bahane bulamadım. Ani bir U dönüşüyle yurda geri döndüm. Gece yarısına kadar yurtta ismim anons edildi durdu. Bütün günü yorganın altında geçirmiştim.

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Yetersiz bakiye

Bugün markete gittim. Toplam yedi parça bir şeyler aldım. Kasaya geldim. Hoş bir kız vardı kasada. Oldukça kiloluydu. Ben market sepetindekileri kızın önüne yığarken beni süzdüğünü fark ettim. Rengarenk bir gömlek giymişti." Bahar gömleğinize sinmiş" dedim. Telaşla gömleğinin yaka kısmına bakıp silkelemeye başladı. Yok öyle değil, dedim. Bahar diyorum, çiçekler, renkler filan diyorum. Gömleğiniz diyorum çok hoşmuş. Gülümsedi. Market kasiyerlerinin hep genç kızlardan oluşmasının bir tesadüf olmadığını düşünüp içimden üç kere ""Bat dünya bat" dedim. Tekrarlar iyidir. Bir tür hızlı tren gibi. Kolay ulaşılabilirliği sağlar. Namaz tespihleri, şarkı nakaratları, 3 kulhüvellahuehad filan, dedim. Lanet ettim. Yedi parça malzemeyi kasadan geçtik, kartımı uzattım. "Yetersiz bakiye" Kız bana baktı, ben kıza. İkimizde çaresizdik. Bu benim ilk çaresizliğim değildi.  Ustaca çevirdim dümeni.: "Çıkaralım birkaç ürünü" Üç parçayı iade ettim. Dört parçaya şifre girdim. Yetersiz bakiye. Bir kızım olsa bu ismi ona vermenin nasıl bir fikir olabileceğini düşündüm. Okulda sınıf arkadaşlarının dalga geçebileceğini düşünüp, Hayriye olsun dedim. Ben iyi bir anneydim.İki parça daha çıkalım, dedim. Yetersiz Bakiye. Lisede Baki diye bir çocuk vardı. Sarışınlardan nefret ettiğim için reddetmiştim çocuğun çıkma teklifini. Bence halen onun gazabına uğruyordum. Kasadaki kıza dönüp, "Aslında ben mayonezden nefret ederim, niye alıyorsam, ben de bi acayibim" dedim. Elimde bir bağ maydanozla eve döndüm. Tabakama baktım, halen sigaramdan birkaç dal vardı. Doğum günüme az kalmıştı. Hayat güzeldi.

30 Nisan 2013 Salı

Çitlenmiş çekirdek

Markette çitlenmiş çekirdek gördüm. Bele paketlenmiş. Lan yoksa bir grup emekçi kardeşimiz mi çitledi ki bunları!

Kral benim

Sonra bir gün işgüzarın biri şikayet etmiş beni il milli eğitim'e. Neymiş efendim, kıyafet yönetmeliğini ihlal etmişim. İyi etmişim. Ha bak şimdi serbest, kimse kimseye karışmıyor. Demem o ki ufku geniş kadınım ben. Zaten benim gibi insanlar hep bir on yıl geç anlaşılırlar bu memlekette. Neyse canım, okula milli eğitim müdürü teşrif etmiş. Üşenmemiş ilden kalkmış gelmiş.Maksat hadiseyi didiklemek. ...Ben dersteyim bu arada. Önce okulun hademesi sınıfıma buyurdu. "Hocaanım, ilden müdür geldi, hakkınızda şikayet mi ne varmış, sizi çağırıyor aşağıya."
- Mümkünü yok gelemem. De ki niye?
-Niye?
-Niye olacak, dersteyim çünkü. Şimdi ben dersi bırakıp aşağı insem ve bu çocukların başına bir şey gelse, bunun hesabını kim verecek?
- Kim verecek hocaanım?
- Ben tabi. Hadi git şimdi aynen böyle söyle aşağıdakilere. Bak halen duruyor!
Aradan beş dakika geçti, okul müdürü kapıda belirdi. Bir okul müdürü kapıda ancak bu kadar belirebilirdi:
-Buyrun müdürüm, bir şey mi vardı?
- Hocaanım, il milli eğitim müdürü aşağıda ifadenizi almak için bekliyor. Haber de yolladık size. Niçin gelmediniz?
- İyi de gelemem ki, dersteyim şu an. Hatta şu an farkında mısınız ama dersimi bölmektesiniz. Ders bitsin, gelirim. Kendilerine bir çay söyleyin benden olmazsa.
Velhasılı gözüm, il müdürünün tepesi atmış bu durum üzerine, çekmiş gitmiş.
İşte o gün döndüm ve kendime dedim ki:
- Kralsın sen kral!
O gün bugündür hiçbir şey olamamışların kralıyım.

29 Nisan 2013 Pazartesi

Dışına taşmak



Anasınıfındaki öğrencilere boyama etkinlikleri yaptırılırken, resmin dışına taşmaması yönergesi verilir. Oysa ki dışa taşmak iyidir canlarım. Dışımıza taşmayalım da içimize mi taşalım? Derdimizi dışımıza değil, içimize atmamızın nedeni çocukluğumuza dayanır. İçimizde göz göz yaralar açılması iş bu sebepten ötürüdür. Ufkumuzun darlığı, hatalara göz yummayışlarımız, yargılamalarımız hep ama hep vakti zamanında çerçevelerle çizdiğimiz resimlerin dışına çıkamayışlarımızdandır. Halbuki bıraksalardı da taşsaydık. Coşsaydık filan. Fena mı olurdu?

28 Nisan 2013 Pazar

Serdar Ortaç şarkılarındaki mantık arayışım

"Aşk bu kızılötesi
Yaralı müzesi
Hareket edemem!"
Serdar Ortaç şarkısı. Yeni nesille aramda ciddi bir kuşak farkı olduğunu kabul ediyorum a dostlar. Ben yok anlamak bu sözlerden bişi.

Dahi anlamındaki "de"

Dahi anlamına gelen "de" yi ayrı yazmak öyle böyle bir mevzu degildir. Bir tür kendini dogru ifade edebilme yetisidir. Kişinin ne kadar kitapsever oldugu hakkında karşısındakine ipucu verir. Önemsemek gerekir.

27 Nisan 2013 Cumartesi

Özünde iyi bir insan

Şu "özünde iyi bir insan" sözü ne kadar da ifrit olunası. Özünde iyi bir insan ne lan. Manyak mısnız siz olm? Bir insan ya iyidir, ya kötüdür. Size karşı yani. Ha aynı insan size kötü, başkalarına iyi olabilir bu ayrı mevzu. Mühim olan size karşı nasıl olduğudur. Özü ayrı sözü ayrı insan, insan bile değildir benim hesaplarıma göre. Bu benim hesabım tabi. Herkesin hesabı kendine. Misal dünyanın gelmiş geçmiş diktatörleri de özünde iyi bir insandır. Sonuçta hepsinin insanlık adına büyük hedefleri vardı. Yok muydu? Onu bırak ben yılandan çok aşırı feci korkarım misal. Yalandan korkmam, yılandan korktuğum kadar. Ama o da özünde iyi sonuçta. Doğal denge, besin zinciri filan. Yani bana "özünde iyi bir insan"la gelmeyin sevgili Romalılar. Canlarım. Özünde kötü bir insan olsun varsın. Fakat bana iyi davransın. Canımı yesin. Yemesin mi? Yesin onu ninesi, yesin onu dedesi. Sonunu bağlayamadım, farkındayım. Ama özünde iyi bir yazı.

25 Nisan 2013 Perşembe

Japonlarda en ayıp şey

Japon bi arkadaşim vardı. Keiko. Birgün muhabbetimiz sırasında ona "siz japonlarda en ayıp şey nedir diye sormuştum. Bana "biriyle tanıştıgında ona ne iş yaptıgını sormaktır" demişti. Bizde ise ilk soru budur. O gün bugün bana da ayıp gelir oldu bu soru. Japon muyum neyim?

Şık giyimli eşkiyalar

Etilerde bi restoranda bir şişe su 8 liraymış. Olmaz da kazara yolum düşse oraya, bogazıma bi şey takılsa muhtemelen bi köşeye çekilip kelimeyi şaadet getiririm. Hayır, geçen kızlarla bi yerde yemek yedik sonra hesabı ödemeye gittik. İçmedigimiz suyun parasını almaya kalkmışlardı deyyuslar. Alamadılar ayrı konu. Modern dünyanın eşkiyaları bunlar

Öyle bir geçer zaman ki ne zaman biter?

 
Bir ailenin başına gelebilecek bütün felaketlerin geldigi, geriye başka felaket kalmadıgı için bu dizinin bu dönem bitecegini tahmin ediyorum. Stop.

Yemek programı sunmak

Şu yemek prog. sunan bağyanlar ne ka sakin, ne ka dingin. Ben kendimi düşündüm de bir an yemek prog. sunan biri olarak; elinde sigara, agzından küfürler savurarak "ulan var ya sadece sevdiklerine yemek yapmalı insan , baktınız sevemiyor musunuz alıyoruz bir çay bardagı arsenikli suyuuuu, jülyen jülyen kesilmiş mantarlarımız üzerine boca ediyoruzz" filan...

Gözde meslekler

İsim analiz uzmanı diye bir meslek var. ha şimdi tv' de gördüm. yıpranmış saç uzmanından sonra en etkilendigim meslek bence.stop.

Ben burdan atlarım

"Ben burdan atlarım" adlı yarışmayı ilk duydugumda "intihar" programı filan sandıydımdı.

Shot

Bugünkü muhabbetin arasında feys fotolarından birinde kızın biri tekila içerken bi resim atmış. Bahar, burcuyla bana sordu " tekila limon tuz üçlüsüyle yapılan eylemin neydi ya adı hımm shut mıydı?
Valla baharcım bana sor şalgamı, lahmacunu, çiköfteyi, mırrayı tarihini anlatayım sana. Tekila bizi bozar gözüm annadın mı?
dedim.

Shotmuş.

Tanrım! Bu ses! Bu ses!

Şu popüler şarkıcıları tesadüfen dinlemelerimde sadece bana mı hep aynı şarkıyı söylüyorlarmış gibi geliyor, bilemedim.

21 Nisan 2013 Pazar

Ölümü kabul etmek

Babam aklıma geliyor bazen. Ama son görüntüsüyle her seferinde. Nasıl mı? Dur anlatayım. Ben Şanlıurfa'ya gidiyordum bir gün. Göreve yani. Otobüs terminaline kadar getirmişti beni. Sonra ben otobüse bindim. O bana aşagıdan el sallıyordu. Sanki bir daha birbirimizi hiç göremeyeceğimizi tahmin etmiş gibiydi. Böyle nasıl desem, buruktu. Keşke gurbet ellere hiç göndermeseydim seni, dermiş gibiydi. Ya da bu son veda bak! İyi bak bana, gibi. Dememiş de olabilir. Sonra aradan üç beş ay geçti. Ölüm haberini almıştım. Koşa koşa memlekete döndüm tabi. Babam İstanbul'da ölmüş meğer, ölüsünü bekledik bir gün, bir gece. En uzun geceydi işte o. Gün doğumunu en son o zaman izledim belki de. Çünkü gün doğumları, bir babanın ölüsünü beklemekle aynı şeydir kimileri için. Gün doğdu ve babam geldi. Yani ölüsü. Bahçede ölüsünü yıkadılar filan. Yakınları tek tek ölüsüne bakmalıymış dediler. Adetmiş işte nebleyim ben. Herkes baktı, sıra bana geldi. Bakmam dedim. Bakamadım. Bakmadım. Kollarımdan filan zorla çekmeye çalıştılar. Bakmazsan acın uzun sürer, dediler. Olsun, dedim. Dayanırım ben. Meğer büyük sözü dinlemek lazımmış arada. Ben hiçbir zaman büyük sözü dinlemedim ki. Bütün hatalarım bu yüzdendi belki de. Bu da öyle. İnsan sevdiklerinin ölü yüzünü görünce, ölüme ancak o zaman inanırmış. Yoksa inanması güç. Kötü bir şaka gibi ölüm.
Hele de babalara ölüm hiç yakışmıyor hiç!

18 Nisan 2013 Perşembe

Üç film birden

Şimdi de 5. sınıf Türkçe kitabı okuma metninden bir bölüm aktarıyorum sizlere:

"Sonra Nakıp Ali'nin sinemasına gidilirdi. Genellikle üç film birden oynatılırdı bayramlarda."
 .
  Sakin...sakin...sakin..

Cemile'nin Arif'i.

Geçen haftaki bölümde Arifin öldü haberi gelince yıkıldım. Cemile agladı ben agladım. Cemile toparladı, normale döndü ben halen aglıyorum. Sonra bi tokat attım kendime "manyak mısın kızım kendine gel. ölünle ölünmüyo işte" filan dedim.
O değil de bu Arif, yani Muhammet Uzuner, o nasıl bir ses tonudur öyle yareppimm!

Ne dinliyorum?

Bu ara bu.

Manyak mıyım neyim?

 Ev telefonumuz. Her seferinde acı acı çalıyor. İşin kötüsü her çaldıgında, Tugrul arıyor sanıyorum ve elim ayagım birbirine dolaşıyor. Bu dizi hayatımın travmasını yaptı bende.
Muhtemel sorular: 1 Tuğrul kim?
 Benimle cebren ve hile ile evlenmek için türlü entrikalar çeviren adam. 
2- Ben kim?
Cemile.
3- Cemile kim?
-Öyle bir gecer zamankinin terminatörü
4- Sana noluyo peki?
-Bilmem.
4-Manyak mıyım neyim?
-Böyle bir şey yok, olabilir de.

Sevin onları

Olmadıgı halde, mutlu aile pozları veren insanlardan zarar gelmez. Sevin onları.stop.

En çok ihtiyacımız olan şey

Bugün son ders sosyal kulüpler etkinlikleri dersi idi. Sekizinci sınıflardan ilk defa gördüğüm bir öğrenci sınıfa girdi. Ceket omza atılmış, ağzında sakız. Sınıfa beş on dakika geç geldi. Umursamaz tavrıyla geçip en arka sıraya oturdu. Adını sordum, Hasan'mış.Beni hiç iplemediği ayan beyandı. Bütün sınıf önce biraz hava, su, toprak muhabbeti ettik. Sonra ona, sıkılıp sıkılmadığını sordum. Eh işte..., dedi. İçten içe sabrımı zorlasa da onunla iletişime geçmekte ısrarlıydım. Ankaralı olduğunu, aktar dükkanları çalıştırdıklarını söyledi. Sonra sınıfa gruplara ayrılıp "isim- şehir oyunu" oynamayı teklif ettim. Biz altı kişilik gruptuk. Hasan'ı yanıma aldım. Oyunda gayet iyi gidiyordu. Sürekli onu takdir ediyordum. Ben onu takdir ettikçe bana karşı tavırları değişmeye başladı. O küstah ergen gitmiş, yerine beyefendi ve mahcup bir genç gelmişti. Oyun sırasında ona sürekli sorular soruyordum. Baba mesleği olan aktarlık işini devam ettirmek isteyip istemediğini, bitkilerin faydaları, lisede hangi okulları hedeflediğini, Bursa'ya alışıp alışamadığını...Hepsine makul ve düzgün cevaplar veriyordu. Aramızdaki buzlar bir anda ermişti. Oyunda birinci biz olmuştuk. Bitki isimleri konusundaki üstün başarısından dolayı onu bir kez daha takdir ettim. Zil çaldı ve sınıfları terkettik. Mevzu şu ki; yaş kaç olursa olsun, her insanın ihtiyacı olan tek şey değer görmek, takdir edilmek. Başımıza ne geliyorsa takdir cimrisi insanlar yüzünden geliyor. stop.

Kamu spotu

Kalp damarı sıktırmalı kamu spotu, memleketimin korkutarak adam etme saplantısindan öte bir şey degilmiş gibi geliyor bana. Canım öyle istiyor da olabilir. Emin degilim.

Kişiliksiz sarı

Bugun ne giysemi izledim. Bakmayın izledigime ben ne bulsam giyerim. Takılmam öyle modaymış uyummuş. Neyse, jurideki kadın gelen yarişmacının saçlarını eleştirirken "kişiliksiz sarı" ifadesini kullandı. "Ucuz orospu sarısını" bilirdim de bu biraz akademik geldi sanki.

Hz Muhammed bir gün kapınızı çalsa.

Kompozisyon yazalım dedik bugün. "Peygamberimiz Hz. Muhammed bir akşam kapınızı çalsa ve misafiriniz olsa; onunla neler konuşursunuz?" Konu bu. Öğrencinin teki şöyle ifade etmiş kendini. "Ona, seçmeli derste (Kuranı Kerim dersinde) ne kadar zorlandığımdan bahsederdim. Vakti varsa beni biraz çalıştırmasını hatta" Çok tatlılar bunlar ya. Cidden.

Zengin komşu

Okuldan eve geldim, dolabı açtım. Baktım tam karşımda yarım bir karpuz duruyor. Otur resmimi çiz der gibi hem de. Prensip olarak prensiplere karşı olsam da, bu aylarda karpuz almak prensibimiz değildir. Ailecek yani. Çocuklara sordum; nereden çıktı bu karpuz diye. Meğer zengin üst kat komşumuz yarım karpuz göndermiş, çocuklar da alıp dolaba koymuş. Çok mu fakir gördü ki bizi? Her gün aynı pantolonla okula gittiğimi görünce zaar. Çıkıp kapısına "o benim depresyon pantolonum manyak karı!" desem mi ki?

13 Nisan 2013 Cumartesi

Tutunanlar

Yasemin'i aradım. Feci severiz birbirimizi. Birbirini çok aşırı fazla seven insanların ortak özelliği şudur ki; en son altı ay evvel görüşmüş, konuşmuş olsalar da, aradan geçen zaman aslında hiç geçmemiş gibidir. Sitem, kendini sistem dışına atar. Zaman, en son görüşmede dondurulur; aylar sonraki görüşmede kendiliğinden çözülür. Kederden bahsettik biraz. Bu aralar kederden kederiyorum gördüğünüz üzere. O da farketmiş. Bana "ayağına bağladığın o kaya gibi acıya rağmen, bu durumu nasıl bu kadar eğlenceli hale getirebiliyorsun şaşıyorum sana?" dedi. Herkesin hayata tutunma şekli kendine özgüdür.. Sanırım ben de bu sayede hayatta kalmaya çalışıyorum. Hepimiz bir uçurumun kenarındayız. Sert rüzgarlar estiğinde kimileri aşağılara uçar, parçalanır; kimilerinin ellerinden tutanı vardır. Ki onlar en şanslı olanlardır. Kimileri de benim gibi yalnızdır ve tutunacağı dalı kendi yaratır. Bu yüzden sürekli yazıyorum. Kelimelere tutunuyorum. Tutundukça bazen ağlıyorum, bazen kahkalarla gülüyorum kendime. Kendimle küs kalamıyorum bir kere. En güzeli bu sanırım.

Zenginler de ağlar

Televizyonu mutfağa aldım. Böyle nasıl desem hayvan gibi durdu tezgahın üstünde. Olsun. Madem bizzat bana hitap edecek, mühim olan iç güzelliği. Hiç soru sormaması yok mu, en çok bu yönünü seviyorum. Sus deyince susuyor da. E daha ne ister insan.

Siyah beyaz televizyondan, bir günde renkli televizyona geçmiş bir neslin evladıyım ben. Kendimi bu yönden ayrıcalıklı hissetmişimdir hep. Hep nedir sahi? Her zaman mı? Her bu konu açıldığında mı? Geçtik."Zenginler de ağlar" diye bir Brezilya dizisi vardı o zamanlar. Her akşam on sekiz suları kış gecelerimizi şenlendiren tek kadındı Marianna. Yine birgün okul çıkışı eve gelmiştim. Evet, ben uslu bir kızdım. Okuldan çıkınca doğru eve gelirdim. Kimsenin tavuğuna "kışş" denmemesi gerektiğini küçük yaşta öğrenmiştim. İlgisiz babama, sürekli cam kenarında ağlayan anneme rağmen.

Ne diyordum, evet bir bahar akşamıydı. Okuldan eve her gelişimde , içeri girmeden evvel ilk yaptığım iş, müstakil evimizin oturma odasının açık penceresinden içeriye bakmak olurdu. Gün batmıştı. Televizyon, pencerenin tam karşısına dururdu. Pencereye yanaştım ve odayı bir kolaçan ettim. İçeride bambaşka bir dünya vardı o akşam. Herkes sus pus olmuş renkli dünyanın büyüsüne kapılmaktaydı. Marianna'nın siyah sandığımız saçları meğer kumralmış. Luis Alberto'nun gözleri yeşilmiş. Siyah değilmiş. Hayal kırıklığına uğramıştım. Baron'un röpdoşambırı bordoymuş.Oysa ben onu hep buz mavisi hayal etmiştim. Hayal kırıklıklarım bir yana, renkler çok güzel görünüyordu. Alı al, moru mor gibi değildi. Gerçek hayatta bile renkler bu kadar güzel değildi. Kör bir insanın gözlerinin açılmasından sonraki ilk şaşkınlık,ve peşinden renklerle ilk kez karşılaşmasının heyecanı vardı herkeste.

Su boğar, ateş yakardı, zenginler de ağlardı. Niyeyse bir tek fakir Marianna ağlıyordu. Buna rağmen dizinin adı neden "Zenginler de ağlar"dı. Belki de az gelişmiş ülkelerin fakir ama mutsuz insanları, bu sayede zenginlerin ağlamasından garip bir haz duyacaktı. "Hep biz mi ağlayacağız, biraz da onlar ağlasın" diye düşünerek; kendilerini zenginlerle haftanın beş günü saat on sekiz sularında eşitlemek, kederden asılmış yüz hatlarını biraz olsun yumuşatacaktı.

Geçen bir arkadaştan duydum. Evlenmiş Marianna. Mutluymuş. Kocası gözlerinin içine bakıyor, bir dediğini iki etmiyormuş. Kredi çekip üç artı bir ev almışlar en son... İnsan tanıdığı birinin hikayesinin sonunu öğrenince garip bir huzur kaplıyor içini. Sonsuzlukla ne alıp veremediğimiz varsa artık!









11 Nisan 2013 Perşembe

Tanrı'yla pazarlık

Annem öldügü gün gökyüzü ne renkti hatırlamıyorum ama muhtemelen maviydi. Sonra birden karardı karardı kapkara oldu. Siyah mavi arası bir renk oldu. Zaman zaman ara renklerde açtığı oldu belki ama çoğu zaman boz bulanıktır halen. Kaç mevsim geçti, kaç iklim değiştirdim, aynı. Nereye gidersen git aynı. Değişmiyor. Acı değişmeyince, gökyüzünün rengi de değişmiyor. Merdiven altlarında göz yaşlarımdan sırça mezarlar örmem bu yüzdendir belki. Bilemedim bak şimdi. Ama annemin saçlarımı ördüğü bir güne geri dönebilmek için ömrümün kalan kısmını feda edebilirim şu an. Tanrı pazarlıktan hoşlanmıyor lakin. Ne gam.

10 Nisan 2013 Çarşamba

Yolculuk

Bursa-Tarsus otobüs hattından sevgiler.
bütün gece sevkilisiyle yazıştıktan sonra uykuya dalan hemen yan koltukta oturan genç tam üç saattir manyak bir horlama eylemi gerçekleştiriyor. yani bunun tarifi edebiyatta yok. zira hiçbir benzetme veya betimleme yetemez bu eyleme. sayesinde hayatımın en iğrenç en sinir bozucu yolculugunu geçirmekteyim. şimdi yapmayı düşündüğüm şey: Gencin ya da genç görünümlü bu yaratığın cep telefonunu ele geçirmek ve manitAsına şu mesajı atmak: Bak kızım bu adam evlat olsa sevilmez,sen nasıl aşık oldun bilmem. ancak dua et allah beni karşına çıkardı. şimdi elinde ne varsa usulca yere bırak ve ardına bile bakmadan bu belayı terket.

imza:Bir dost,pir dost!

İlk kitap

Çocukluğumun ilk ve tek doğum gününü dokuz yaşımda kutlamıştım. Mahallemizde Canan isminde bir kız vardı. Memur çocuğu ve ben yaşlardaydı. Ne zaman sokağa çıksam onu balkonda kitap okurken görürdüm. Entelektüel bir havası vardı kızın ve bu beni korkunç derecede cezbederdi. Oysa entelektüellik bulaşıcı bir şey değildi. Çocuk aklı işte... Bizse sokakta oğlan ...çocuklarıyla futbol oynayan, sokakta kimin başına ne bela açsak peşinde, çocuktan öte yaratıklar olarak varlık gösteriyorduk. Ama dedim ya O başkaydı. Hele bizim gibi hiç değildi. O'nunla tanışmayı kafama koymuştum. Doğum günüm yaklaşıyordu ve bu iyi bir fırsattı. Canan'ı doğum günüme çağırmıştım. Gelirim demişti. Anneme çeşit çeşit pastalar hazırlatmıştım. Kapı çaldığında koşup açtım. Üzerinde kırmızı kadife elbisesi, ayağında siyah fiyonklu ruganları ve tabi her zamanki asaletiyle karşımda duruyordu. Elinde süslü bir hediye paketi vardı. Kimse gelmedi mi henüz, diye sordu. Hayır, dedim. Çünkü bir tek seni çağırdım. Gülüştük. Hediye paketinde bir kitap vardı. Tam da tahmin ettiğim gibiydi. Çok eğlenmiştik o gün. Hayatımın ilk hediye kitabını o gün almıştım. Ne güzel bir gündü ki hala hatırlarım