30 Mayıs 2013 Perşembe

Yazdım bir kenara


Şu ana kadar çok okunan herhangi bir Edebiyat dergisinin dikkatini çekememiş olmam, benim sönük bir yazar olduğumu gösterir mi? Hayır.

Bu, çok önemli mi peki?

Değil. Sonuçta az da olsa kendi çapımda bir okur kitlem mevcut. Ha yüz kişi, ha yüz bin kişi. Sonuçta yazar kişisi; yazısını bir tek kişi için yazar. Rakamlar sanıldığı kadar ehemmiyet taşımaz dostumcumlarım.

 

Misal ben yazı yazarken, beni en iyi anlayan, bir o kadar da seven bir dostumu karşıma oturtup onunla konuşuyormuşum gibi yazıyorum. Arada bir, çay kahve filan bile sorduğum oluyor. O derece şizofrenik bir aktivitedir yazmak.

 

Neyse efendim, mevzu dağılmasın. İnsanlar üzerinde gerek kelimelerimin, gerek davranışlarımın çarpıcı bir etkisi olduğuna inandırdılar beni. Sıradan biri olduğumu defaatle dillendirmeme rağmen üstelik. Tek geçerli nedenleri ise; bu ülkede her kadının ortalama başına gelebilecek envai çeşit hadiselere maruz kalıp, bunlardan ustalıkla paçayı kurtarabilmiş olmam. Namım Zeyna’ya kadar çıktı netekim. İyi bir şey tabi. Kabarabilirsin sen de kel Fatma diye diye kabardım. Telkin mühim mevzu canlarım. Aksatmamak lazım.

 

Şimdi vereceğim örnekle kanınızın çekildiğine, narsizmimin kök hücrelerinize kadar nasıl nüfuz ettiğine bire bir şahit olacaksınız.

 

Bundan iki üç yıl kadar evveldi. Rahmetli kayınvalidem epey bir rahatsız ve hasta yatağındaydı. On iki evladı, tüm gelinleri, damatları, torun torbaları başına toplanmış, moraller sıfır. İşin en kötü yanı da kayınvalidemde zuhur eden bilinç kaybı. Etrafındaki hiç kimseyi tanımıyor, geçmişe dair hiçbir hadiseyi anımsamıyor. Kendisine sorulan sorulara anlamsız bakışlarla cevap veriyor filan.

 

Büyüktür, atadır deyip iş çıkışı ben de bulunduğu eve geçmiş olsuna gittim. Odada ağır, yarı matemsi bir hava. Bir anda hasta dahil tüm gözler kapıda beliren bana çevrildi. Çünkü kapıda beliren bendim. Ben kendim. Mümkün olsa ben bile bana bakacaktım. Kalabalık ve bol tanıdıklı bir ortama giren en son kişi en cesaretlimizdir çok afedersin. Kayınvalidemin beni görünce gözlerinin çakmak çakmak oluşu bir yana “Nilcuuuunnnn!”  nidası kulağımda zınladı. Üstelik sadece benim değil, tüm salondakilerin.  Hangi açıdan nasıl bir etki bırakmış olabileceğim konusuna girecek değilim. Orası okuyucuyu ırgalamaz.

 

Salonda üzerimde kilitlenen bakışlara döndüm ve haklı bir gururla dedim ki “Gördünüz işte sevgili Romalılar! Ben u-nu-tu-la-cak ka-dın de-ği-lim!”

 

Salonda gülüşmeler filan. Trajikomik tabi. Sen tut besleyip büyüttüğün on iki evladı, bilmem kaç damadı, bir o kadar gelini bir kalemde sil at kafandan, beni pamuklara sar sarmala  muhafaza et. Kainatta tesadüfe tesadüf edilmez canlarım. Bunu yazın bir kenara. Zira ben yazdım an itibarı ile.

 

Bir gün keşfedileceğim ama belki o gün ben bu fani dünyadan çok uzaklarda olacağım. Çok hüzünbaz bitti lan bu yazının sonu. Böyle planlamamıştım oysa ki.

 


 Beng beng lükü lüüü!!

24 Mayıs 2013 Cuma

Hayatın hıncını minibüs şoföründen çıkarmak diye bir şey var






İnsanın dünyası işiyle evi arasındaki iki kilometrede zuhur ediyorsa, haliyle kendi mıntıkana yoğunlaşırsın. Bu gayet insani bir duygu durumudur. Ne zamandır dile getirmeyi düşündüğüm bir mevzu var çok afedersin.

Şimdi benim bu her mesai dönüşü kendimi, kendi cehennemime atmak için bindiğim dolmuş var ya, Erikli-1 olan hani. Çünkü Erikli-2’yi sadece en radikal kararlarımı almak için kullanırım. Öyle bir misyonu var zihnimde Erikli-2’nin. Canım Erikli-2.

 Mevzu bu değil. Dolmuşa biner binmez şoföre parayı uzatıyorum misal, zira mesafe kısa, para üstünü aldım alamadım stresi bir an evvel bitsin fikriyle derhal parayı uzatıyorum. İlişki durumumu ifade eden cümleyi patlatıyorum: “Şuradan bir kişi uzatır mısınız?( öğretmen)”

 Niye öğretmen? Çünkü öğretmen, sivil vatandaşa göre, 25 kuruş daha az ödüyor. Bu tartışılır, tartışılmaz ayrı konu. Zira Allahsızlığın lüzumu yok.

Konumuza dönelim. Bunu, oturma eylemimi gerçekleştirdiğim yerden uydurmuyorum. Dayandığım sağlam veriler var. Aydın Şoförler Otomobilciler Otobüsçüler ve Minibüsçüler Odası’nın yönetmeliği gibi mesela.

 
Şoförler, aydın insanmış bak, anlar laftan sözden diyorum ama kime diyorum. Bazen duymamazlıktan geldikleri oluyor.

Bir çok kez başıma geldi, gelmeye de devam edecek. Bir buçuk lirayı uzatıyorum, efendi efendi yirmi beş kuruşun gelmesini bekliyorum. Mesafe daraldıkça, ben de daralıyorum. O yirmi beş kuruş buraya gelecek! Kafam güzel. Ayran içmişim. Gelmiyor. Son yüz metre kala bir atak yapıp şoföre hatırlatıyorum “Şey ben bi öğretmen uzatmıştım da, yirmi beş kuruş gelmedi halen”

 Şoförün iç sesi: “Şimdi ben seni iki seksen bi uzatıcam!”

 Hoopss! Bazı kelimeler bazı anlamlara gelmiyor albayım. Alayım ben yirmi beş kuruşumu. Şoförün manidar bakışları eşliğinde yolcular elden ele parayı bana uzatıyor.
 
Yanımda oturan eleman, komşuluk hissiyatıyla karışık, beni desteklemek zorunluluğu altında ezim ezim ezilirken “E tabi, mevzu beş kuruş, on kuruş mevzusu değil, hakkını bir kuruş da olsa almanın anlam ve önemi”

 Ana fikir bu gibi görünse de bana pek öyle gelmiyor. Hayata olan hıncımı minibüs şoförlerinden almaya odaklanmış bir ömür tüketiyordum sanki. Yoksa küçük hesapların insanı olup olmamamla bir alakası olduğunu sanmıyorum. Ağzına yandığımın hafızasından atamadığım, atmaya çalıştıkça kene gibi yapışan, uğradığım haksızlıklarla geçen yıllarım ve bu haksızlıklara sırf o yaşlardaki toyluğumun vermiş olduğu sinmişliğin, silikliğiyle karşı koyamayışlarıma bir başkaldırı!

Çayım soğumuş, çayın altını yakıp gelicem.


23 Mayıs 2013 Perşembe

Dondurmam gaymak

Okulda canı sıkılan öğretmen, öğretmen midir? Müdür müdür müdür? Okurum Lale Mürdür, coşarım güldür güldür, yoksa ben barbar mıyım, gel de yar beni güldür. Eheheu!
Sonra baktım havada pis bir sıcak var, dondurma yesem dedim önce. Tek başıma yesem aybolacak,  öğretmen arkadaşlara ısmarlamak gerekecek filan, cep delik cepten delik otur oturduğun yerde kızım. Kafamda deli sorularla baktım zil çaldı.

Aklımda dondurmayla, derse girdim. Çocuklara ders kitaplarını açmalarını söyledim. İtiraz da edemiyorlar yavrucaklar, eli mahkum açıp beklemeye başladılar.
Kandemir, metni sesli bir şekilde okumaya, diğerleri de takip etmeye başladı. Met devam etti, diğer sayfaya geçtik. Ben dahil bütün sınıfı bir esneme aldı götürdü, bulamadan getirdi.. Sıkıldıkça sıkılıyorduk.


Biteceği yoktu kör olmayasıca metnin. Çünkü baktım tam dokuz sayfaydı. Dokuz sayfa metin mi olur bu yaş çocuklara. Bir şeye de benzese. Hiçbirimiz bir şey anlamıyorduk.
Mihriban okurken “dur!” dedim. Hepsi aynı anda başını kaldırıp bana baktı. Uçan bir balonun içindeydik ve birinin bu balonu acilen patlatması gerekiyordu.
Bir cevap bekliyorlardı benden. Makul bir açıklama en azından. Buraya kadar bir şey anladınız mı, diye sordum. Tık yok.
Çantamdan iki sayfalık bir yazı çıkardım. Bu; son yazılarımdan eğlenceli bir metindi. “Size cazip bir teklifim var çocuklar. İsterseniz kitaptaki metni bitirelim, isterseniz size kendi yazılarımdan kısa birini okuyayım, sonra üzerine konuşalım. Karar sizin.”
Canlanmışlardı. Teklifimi hemen kabul ettiler. Böylece o aptal metni okumaktan, zoraki bir anlam çıkarma derdinden yırtmıştık.

Yazımı okurken hepsi pür dikkatti. Zaman zaman kahkahalar uçuştu havada. Sonra birkaç soruyla mantıklı geri dönütler aldım. Sonra kendime döndüm ve dedim ki “ Henüz ne olduğunu bulamasam da, bir şeylerin kralı olduğuma eminim”

21 Mayıs 2013 Salı

Özet geçiyorum

Fotoğraflarla aram, son birkaç yıldır iyi sadece. Bilinçaltımın bir tür kendimi cezalandırma yöntemi olabilir. Son kırk yılın yaşanmış olumsuz şartlarından da olması muhtemeldir.

Hiç bebeklik fotoğrafım yok. Çocukluktan var iki tane. Nasıl güzel gelir bana. Hepsi o kadar. Liseyi bitirdiğim gün, can dostlarımla yaptığımız havuz partisinin fotoğrafları da yok ortada. Aslında öyle bir havuz partisi de yok. Tıpkı öyle can dostlarım olmadığı gibi.

Ardından üniversite. Dini cemaatlerle, verdikleri iki kuruş için çalıştığım basın bürosu arasında mekik dokuduğum yıllarda bir de baktım nikah masasındayım. Tanımadığım insanlardan iki de şahit. Fotoğrafçı mı, o da yok ortalıkta. Belki işi çıkmıştı. Peki ya annem babam? Daha mühim işler vardı belki hayatta. Sonra bomboş koca salona döndüm ve dedim ki “bu nikaha itirazı olan var mı?
Gülüştük.
Üniversite bitti. E mezuniyet balosu fotoğrafları? O da yok. Tüm klişelerin saçma geldiği yıllardı. Aylardan sonbahardı. Fotoğrafçı göçmen bir kuşa dönmüş o ara “Ben Güney’e gidiyorum. Buralarda durulmaz artık. Stop.” yazılı bir de telgraf çekmiş. İyi dedik. Ona da tamam.

Okul bitti, iki ay sonra anne oldum. Güneydoğu’nun kuş uçmaz kervan geçmez bir köyündeyim. Issız bir adanın bile bunun yanında, ışıltılı bir şehir sayılabileceği bir mezra. Kucağımda benden medet uman bir yavru ceylan. Bana yabancı. Ben de ona. Acınası. Ben miydim şimdi onun annesi? Peki ya fotoğrafçı? Dönmeyecekmiş Güney’den. Çok sevmiş oraları, yerleşmiş. Birkaç da hayvan almış, besliyormuş hayvan herif.

Sonra bir ara ülkenin kuzeyinde buldum kendimi. Bir dağ köyünde. Can sıkıntısından çifter çifter doğurduğum yıllardı. Gözlerim yine fotoğrafçıyı aradı. Olmaz ya, belki döner diye. Umut insana hediye.

İstemediği bir rolü oynayan film artisti gibi insan. Galada fark ediyorsun rolünün sıkıcılığını. Filmin yarısında “Ben gideyim artık” desen de, kimse iplemiyor. Madem başladık bitirelim diyorsun o zaman. Böyleyken böyle.

Uzun hikaye vesselam. Herkesin bir kitabı vardır boynunda demişti Elvan bir keresinde. İçimi acıtır bu cümle.
En sevdiğim fotoğrafımdır bu. Burcu çekmişti. İyi kızdır Burcu. Gözlerimdeki hüznü iyi bilir. En çok da bu yüzden severim onu


19 Mayıs 2013 Pazar

Şöhret ateşten gömlek


Bugün mahallede aylak aylak gezinirken iki yakışıklı delikanlıyla karşılaştım. Oldukları yerde mıh gibi çakılmış, dikkatle önce bana, sonra birbirlerine bakıyorlardı. Acaba arkamdan gelen biri var da ona mı bakıyorlar düşüncesiyle arkamı dönüp yolu kolaçan ettim. Yok, ardımdan gelen giden yoktu. Bildiğin bana bakıyorlardı. Yüzlerinde biraz şaşkın, aslında bir şey söyleyecekmiş de söylemeye çekiniyorlarmış gibi bir ifade vardı.

 

Bense kendimden emin bir tavırla,  Kıvanç Baldantatlıtuğ ile Mahmut Tuncer tiplemesi arasında sıkışmış, ne tarafa ait olacağına henüz karar verememiş halde olan gence döndüm ve “noldu genşler, bi karın ağrınız mı var sizin?” deyiverdim. İçlerinden biri, yani Kıvanç Baldantatlıtuğ ile Mahmut Tuncer arasında sıkışıp kalmış olan tip değil, diğeri  “Siz Nilgün Şahsi değil misiniz, hani şu yazar olan” diye sordu..

 

 Ehehue.. Tabi şöhretim dağları bayırları aşıp tee bizim mahalleye kadar gelmişti demek. Hep bugünü beklemiştim. O değil de okur kitlemin orta yaş dışında kimlerden oluştuğunu feci merak ediyordum. Demek yirmili yaşları da kapsama alanıma almıştım. Yirmili yaşlara hitap edebilmek benim yaşımdaki bir yazar için süperkulade bir durumdu. Hafiften kasılarak, “evet genşler, o benim. Yani Nilgün Şahsi.

 

İşte şöhret böyle bir şeydi. Bir alzaymır hastası gibi dolaşırsınız ortalıkta. Herkesler sizi tanır, siz kimseyi tanımaz etmezsiniz. O an bir tuhaf olmuştum. Kibirlenmiş miydim lan yoksa. "Bak akıllı ol, hadis madis var bu konuda. Kalbinde zerre kibir olan cennete giremez filan derdi bizim lisedeki dinci" diye kendi kendime telkin pompalamaya başladım. O sırada gayri ihtiyari suratıma tütün kolonyası kokusu çarpmıştı. Çünkü bizim dincinin aklımda kalan tek özelliği; sınıfa girdiğinde burnumuzun direğini kıran, her sabah tıraştan sonra başından aşağı boca ettiğine inandığım SERVET tütün kolonyası zulmüydü. Evet, bu düpedüz bir zulümdü.
Zihnimdekileri kişkişleyip elemanlara döndüm.

 

Sonra, bir elimi cebime soktum, diğerini de  iki yağız delikanlıdan birinin omzuna atarak dedim ki “bakın genşler herkes aynı soruyu soruyor, kitap ne zaman çıkıyor filan diyecekseniz biliyorum, fakat bu işler aceleye gelmez. Hem zaten henüz sponsor bulabilmiş değilim, ufak tefek teklifler yok değil ama ehemmiyetsiz şeyler bunlar. Böyle nebleyim bomba bir şey bekliyorum belki de”

 

- Yok apla, biz şu aşağıdaki marketin yanındaki Arçelik dükkanının elemanlarıyız. Mart ayından mı ne bir ödemeniz, daha doğrusu ödememeniz kalmış. (bu arada kendi aralarında bıyık altından gülüşmeler filan, ayıp yaa) Patron, görürseniz yolda sokakta, bi uğrasın  dükkana dediydi. Telefonu da yanlış mı vermişsiniz, biz mi yanlış yazmışız bilemedik ama öyle bir numara yok deyip duruyor operatör. Ha, bir geldiğinizde de orada burada yazılarınızın yayınlandığından bahsetmiştiniz, o kalmış aklımızda.

16 Mayıs 2013 Perşembe

"Gözlerimin gözü aydın"


Okul çıkışı eve gitmek için alt geçitten yürümek zorunda olmaktan nefret ediyordum. Yerin altı hiç cazip değildi çünkü. Gökyüzü varken hele. Alt geçide Bukowski kılıklı bir herif koymaları tırsınç bir durumdu. Sağıma soluma bakmadan, hızlı fakat kendimden emin adımlarla alt geçidi alt ettim. Aslında hiç kendimden emin adımlarım olmaz benim. Rol yapmak iyidir. Dolmuş beklemek için yolun kenarında konuşlandım. Meğer  bu defa çevik kuvvet binasının önünde konuşlanmışım. Polis kıyafetli bir yakışıklı, gelip uyardı. “Hamfendi burada beklemek yassah, az ileride bekleseniz?”

Yedik sanki, desem de içimden, aynı zerafetle “Aaa, öyle mi, madem yasakmış ben az ötede bekleyeyim bari”  Kanun nizam bilen biriydim nihayetinde.

 

Cebimde sadece 1 lira vardı. 200 metre öteden binsem, şoförün bir lira aldığını, bulunduğum yerden binsem 1,25 olduğunu hatırlayınca yürümeye başladım. Bazen pazarlıkla 1 liraya da alıyorlardı lakin, 25 kuruş için papaz olmaya değmezdi, yürüdüm. Dolmuş hınca hınç doluydu. Yaşlı ve hamile olmadığım için kimse yer vermiyordu. Şükrettim. Sırf, dolmuşta yer bulabilmek için doğuran nice kadınlar tanıdım ben. Neyse yolcular inmeye başladıkça yer açıldı, oturdum. Sonra yanıma siyah çarşaflı bir kadın bindi. Yaşları birbirine yakın, sarı sarı iki de küçük çocuğu vardı yanında. Kadın rahat birine benziyordu. Rahat derken, yanlış anlaşılmasın, şöyle: Kadın koltuğa oturdu. Çocuklar ayaktaydı ve üstelik sürekli açılıp kapanan kapının hemen dibindelerdi. Hızla durup kalkan bir vasıtaya binen bir annenin öncelikle çocuklarını güvenli bir yere alması gerekmiyor muydu? Gerekmiyormuş. Sanki o çocuklar, kadının değil benimdi. Hiç oralı değildi. Önümüzde uzayıp giden yoldan gözlerini ayırmıyordu. Kadının rahatlığı beni gerim gerim germişti. Beynimde kadınla kavga etmekten vazgeçip başımı camdan dışarı çevirmekte buldum çareyi. Hem belki kadının kafası çok karışıktı. Gerçi kafası karışık olmayan kadın tanımamıştım. Belki de çok aşırı mutsuzdu, belki ölmek istiyordu. Belki etrafında ne olup bittiği umrunda olmayacak kadar kötü günler geçirmekteydi. Mutsuzluktan geberilmiyordu ki, n’aspındı. Fazla empati, şizofreniye mahaldi.

Bu senaryolarla kadını kafamda infaz etmekten kurtarmıştım. Ben bir kahramandım.

 

 Sonra eski mesai arkadaşım Seval bindi dolmuşa. Görmedim numarası çekeyim desem de yememiş, yanaklarıma bir çift buseyi kondurmuştu. Her şey için çok geçti. Beş dakikalık yol arkadaşlığımızda bana, bir yaşındaki oğlundan, babası (oğlunun biyolojik babası, yani kocası işte, okur dediğin zeka küpüdür sevgili okur) vasıtasıyla aldığı ilk anneler günü hediyesini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Çift kişilik Şebnem Ferah konser bileti, sevgi ve minnet dolu bir koca, buna alet olan küçük bir çocuk, anneler günü zırvalığı… Aklımda kalan birkaç sözcük. Parçaları bir ara birleştiririm düşüncesiyle pek dinlemedim, dinlemek istemedim. Mutlu insanların, hiç olmadık yerlerde az samimi olduğu -hele ki mutsuz- insanlara bu muhabbetleri yapmalarının, şımarıklıktan öte bir davranış olmadığı fikrinde sabittim.

 

Seval inince, derin bir nefes aldım. Dolmuşun güpürlü tavanı, gece klubünü andıran mavimtrak ışıkları altında, radyoda bangır bangır bağıran, içinde “gözlerimin gözü aydın” cümlesinin geçtiği arabesk şarkıyı dinlerken eve varmıştım. Kapıyı açarken Şebnem Ferah’ı sevebilmem için hiçbir neden olmadığını düşündüğümde ferahlamıştım.

Biz şizofren değiliz!

Dün akşam koltuğa yayılmışım dizi saatimin gelmesini bekliyorum. O sırada benim çıraklık eserim odaya girdi ve kanalı değiştirdi.
“Kanal d’yi aç yafrum, Cemile’yi izleyeceğiz” dedim.
- Siz kim, dedi.
Çünkü odada bir tek ben vardım.
Kendime duyduğum yüce saygıdan, dedim.
-Ha, şizofren olmanla bi alakası yok yani, dedi.
İyi dedi.

Netenyahu

Netenyahu.
Neden yahu?
En dipnot: 1000 kez yapılmış bi espriyi daha evvel hiç duymamış olup, sonracığıma ilk ben yaptım sanan insandan zarar gelmez. sevin onları

Kuzey'in Cemre'ye evlenme teklifi

Kuzey'in Cemre'ye evlenme teklif ettiği videoyu izledim.
Çıkardığım sonuç: Kızın gözlerinin, ağlarken ne kadar da güzel olduğunu gördüm.

Bu ara ne dinliyorum

Radyoda ilk dinlediğimde Kayahan sanmıştım.
 Değilmiş.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Şizofrenik yazı

-Bugün feci yazı yazasım var.
- E ne duruyorsun yazsana.
- Yazacak bir şey bulamıyorum.
- Geçen gün Denizin dibine atsanız yine de yazacak bir şey bulurum” diyordun. Noldu?
... -Tırt. O, o gündü. Bugün yazılabilecek her şeyin yazılmış olduğunu, belki de bana bir şey kalmadığını düşünüyorum.
- Aşk üzerine karala bir şeyler işte. Herkesin bir bıçak yarası vardır bu konuda. Tutar yani.
- Aşka inanmıyorum artık. Aşk tanımaz biri, aşk üzerine ne yazabilir ki. Hiç
- Bak bugün bir sürü olay oldu, onu yaz. Bugün okulda hani; sen ve Bayan Spring koridorda sınavın başlama saatini beklerken x bayan yanınıza geldi ve elindeki çayı sana doğru uzatarak, “şunu tutar mısın hayatım, bir imza atıp geleceğim” dedi.
-Eee, nolmuş?
- E’si sonra aradan iki dakika geçti ve y bayan geldi yanınıza, yani x bayan tekrar dönüp çayını alıp gittikten sonra.
- Evet.
- Sonra y bayan da elindeki kahve fincanını sana doğru uzatırken “şunu tutar mısın şekerim bi imza atıp geliyorum hemen” dedi ya.
-Dedi.
E şimdi burada bir korelasyon yok mu sence?
- Ne var olm söylesene, adamı hasta etme şimdi.
Şunu diyorum. Orada Bayan Spring ve sen varsınız. Bayan x ve bayan y her ikinizi de eşit mesafede tanıyor olmalarına rağmen, her ikisinin de elindeki objeleri tutman için sana uzatmaları kuru bir tesadüf mü sence?
-Kabul ediyorum ben tutucu biriyim. Onun için benim tutmamı istemişlerdir.
-Kötü bir espriydi, kabul et.
-Kabul ediyorum.
-
-Sende garson tipi var, bunu da kabul et.
-Zaten ek iş arıyorum bu ara. Bence bu işi düşünmeliyim. Bak tipim de müsaitmiş hem.
Yazarlıktan bir bok çıkacağı yok nitekim.
Kahramanımız ardına bile bakmadan kendinden hızlı adımlarla uzaklaşır.
-Nereye! Daha yazı yazacaktın.
-Tüm “Bizimle çalışır mısınız” tekliflerine “Evet” demeye. Yazmayacağım yazı mazı. Tipime tüküreyim!
-Küfretme lan!
-Lan deme bana lan!
Yazı bitti.

Günde 9 saat uyumak

Bugün beş saatlik uykuyla it oturdu ben oturmadım. İnsan gibi insan olabilmem için 9 saat deliksiz uyumam şart. Bu sebeple tüm gün mal gibi gezindim ortalıkta. Karşımdakini dinliyorum fakat anlamakta güçlük çekiyorum. Kafam basmıyor resmen. Ama bi dokuz saat uyudugumda bi görün beni. Fiyuwww! Şimdi bu nereden geldi aklıma. Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli' ne başladım bugün. Orada kızın biri başka bir köye gelin gidiyor. Üç beş ay sonra kocası kadını "Bu çok uyuyor" deyip baba evine geri yolluyor. İşte orada kendimi gördüm. O kadına sarıldım, sonra saçlarını okşadım filan. Böyle.

Ha fotoğraf mı? Yazıyla herhangi bir mantık bağlantısı yok.
Yazarın kafası öyle esmiş sadece.

10 Mayıs 2013 Cuma

Cuma hutbesi

Sevgili Romalılar. Canlarım. Ciğerlerim. Şekerparelerim. Bütün imamlar toplaşıp golf oynamaya gitmiş. Bugünkü cuma hutbesi bu sebepten benden. eheheu

Alay Komutanı Tabur Komutanı'nı çağırmış ve tembih etmiş "Yarın güneş tutulacak. Bu her zaman görülen bir hadise değildir. Eratı talim elbiselerini giymiş olarak talim sahasına getirin. Ben de gelip onlara gerekli bilgiyi vereceğim. Tabi yağmur yağ...
ar ise haliyle bir şey göremeyiz. O zaman eratı üstü kapalı talim yerine götürünüz ve tutulmayı siz anlatınız"

Binbaşı Bölük Komutanını çağırıp "Albayın emri ile yarın güneş tutulacak. Bu hadise her zaman görülmez. Yağmur yağarsa hiç görülmez. O zaman tutulmayı talim elbisesi ile kapalı yerde ben yapacağım" demiş.

Yüzbaşı Teğmeni çağırmış "Teğmenim" demiş "Yarın hava güzel olursa Albayın emri ile güneş tutulması yapılacaktır. Ancak yağmur yağarsa ki bu pek rastlanan bir hadise değildir, kapalı salonda Binbaşı talim elbisesi giyip tutulmayı yapacak" demiş.

Teğmen Başçavuşu çağırıp "Yarın hava iyi ise Albay, eğer hava kötü ise Binbaşı talim elbisesi giyerek tutuklamaları yapacaklar. Bu her zaman rastlanan bir şey değildir" demiş.

Başçavuş erleri toplamış "Yarın teğmen Albayı tutuklayacak eğer o tutuklanmaz ise biz de kapalı yerde talim elbiseli Binbaşıyı tutacağız. Bunu her zaman göremezsiniz" demiş.

Akşam erler aralarında şöyle konuşmuşlar: "Ulan helal olsun bizim Başçavuş'a be! Adam gözünün yaşına bakmadan sırf talim elbisesi giydi diye bizim Binbaşı'yı tutuklayacakmış. Albay'ı da çağırmış 'Komutanım gelin! Bunu her zaman göremezsiniz' demiş'

7 Mayıs 2013 Salı

Düz adam Sami

 
Nöbetim bitince öğretmenler odasına geçip bir koltuğa yayıldım. Tepemde dikilmiş olan x bey, hemen karşımda oturan y hocaya hararetle bir şeyler anlatıyordu. Sohbete dahil olmanın gereksizliğini fark edince gözlerimi, karşımda duran koltuğun hemen yanındaki koca saksının içine hapsolmuş zavallı çiçeğe diktim.

Biliyordum ki gözlerimi bir saniye çiçekten ayırıp, bay x'e çevirsem esaretin bedelini kuruşu kuruşuna ödeyecek, gereksiz bir yığın konuşmaya dahil olacaktım. Çiçeğe baktıkça baktım. Sonra oralı olmadığımı fark eden ve ısrarla beni o lüzumsuz konuya dahil etmeye çalışan x bey, “ne o Nilgün hanım, daldınız, ne düşünüyorsunuz öyle derin derin” diye sordu. Alın size ifrit olunası bir soru. Bir nesneye, varlığa uzun uzun baktığımda, derin derin düşüncelere dalmam ki ben. Neye bakıyorsam onu düşünürüm. Düz bir insanım. Sıpsıradan. Çiçeğe baktım ve çiçeği düşündüm. Eşeyli ve eşeysiz üremeyi, sporu, mitoz bölünmeyi, fotosentezi. Basit yani. Derinlik arama telaşı niye.
 
Sonra başka bir saatte yine aynı mekanda kurduğumuz hayallerden konuşuluyordu. Dikkatim başka bir noktaya yoğunlaştığından, konuşulanları, narkozdan yeni ayılan hastanın yarı baygın algılamaları dozunda duyabiliyordum. İçlerinden birinin, kendini zaman zaman prenses olarak hayal ettiğinden, hatta eski zamanlarda belki de bir prenses olarak dünyada var olmuş olabileceğinden bahsettiğini hatırlıyorum. Bir ara bana sordular hayallerimi. Kendimi sadece "emekli" olarak hayal ettiğimi söyledim. Güldüler. Oysa ben ciddiydim. Emekli olunca yapılacak bir sürü işim vardı. Daha doğrusu yapacağım bir dünya iş vardı ve bütün bunlar için en doğru zaman emeklilikti.
 
O arkadaş bir prenses kadar güzel, asil ve alımlı görünüyordu. Böyle bir hayali kurmaya hakkı vardı. Kendi adıma böyle bir hayal kurmanın ne lüzumu vardı şimdi. Yolda kimsenin fark edebileceği bir özelliğim yoktu. Bir bakan bir daha bakmazdı. Tanıyorsa bakar, tanımıyorsa bakmazdı. Düz biriydim nihayetinde. Tarif edilirken özel bir ayrıcalığım akla gelmezdi misal. Her bir vasfım ortalama değerdeydi.

Diyeceksiniz ki, parmak izin herkesten farklı. Bu seni özel yapar. Değil işte. Herkesin farklı çünkü. Böyle bir şey kişiyi sadece sıradanlaştırır. 

Küçük hayallerim yok muydu peki? Elbette vardı. Bir an evvel mesaimi bitirip eve dönmek. Tek başıma bir fincan kahvemi içmek. Ay sonunda faturalarımı düzenli olarak ödeyebilmek. Bunları gün, hafta ve ay içerisinde aksatmadan becerebiliyorsam, dünyanın en bahtiyar insanıydım. Bu durumda en büyük hayalimin emeklilik olması hiç komik değildi..
 
Sıradanlık ne güzel bir kamuflajdı.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Kriz yönetimi


Hafta sonu şehir dışından bizim oğlan geldi. Yeğenim. Mutfakta kahve içerken hadi çağır şu kız arkadaşını da bir görelim in midir, cin midir, diye teklif ettim. Kız on dakikaya bizim evdeydi. Şimdiki kızlar, ömrün üç günlük olduğunu genç yaşlarına rağmen erken idrak etmiş olmalılar ki hızlı düşünüyor, hızlı karar veriyorlar. Ya da ben tutucu bir gençtim.

Mümkündür. Böyle olmasa ilk erkek arkadaşıyla evlenen kadın kervanına girmezdim. Neyse, ufak tefek, sesi zar zor çıkan, düz bir kızdı karşımdaki. Az mahcup, çokça sıkılgan. Üzerinde görücüye çıkmış kızların anlamlı, bana göre anlamsız sayılabilecek telaşı vardı. O yaşta kim olsa  telaşlanırdı. Şu yaşımda olsam telaş yapmam ayrı konu. Çok da tınn, der fütursuzca içerdim kahvemi sigaramı.

Bir ara sevdiği çocuğa su vermek için masadan kalktı kız. Tam o sırada ayağı takıldı ve halıya yapıştı. Görmemezlikten geleyim dedim olmadı. Çünkü masada dört kişiydik. Dördümüzün de görmeme ihtimali yok denebilecek kadar azdı. Önce bir kahkaha patlatayım, üzerine uçuş takımlarını açsaydın keşke gibisinden saçma sapan espriler yapayım ortam gevşesin filan diye düşündüm. Esprinin mantıklısı olmazdı, vazgeçtim. Kız bunu kaldıramayacak kadar utangaçtı, kıyamadım.

 İlk izlenimde itici bir teyze yaftası yememek için kalkıp suyu masaya koymakla yetindim. Bizim oğlan sakin çocuk. Kız düştü, yerde çırpınıyor, o oturduğu yerden gülüyor. Ben erkek olsam, nezaket gösterip yerimden kalkar onun elinden tutar, bir şeyin yok ya aşkım der, yerine oturtmaya filan kalkışırdım. İyi ki erkek doğmamışım. Fazlaca yıpranırdım. Ben ısrarla konuyu değiştirme atakları gösterirken, zavallı kızcağız halen düşmemin tefsirini yapmakta direniyordu. “Sabahtan beri koşturuyorum, sınavdan çıkıp iki dolmuş değiştirip buraya geldim, sanırım tansiyonum düştü.” Yahu kızım olur! İnsan bu. Düşer de kalkar da. Uzatma işte. Olur öyle, demekle yetindim.

Üniversiteydim. Sevdiğim çocuk kaldığım yurdu aramış, beni saat bilmem kaçta yurdun karşısında beklediğini söylemişti. O zamanlar cep telefonu denen illet olmadığı için, gelen telefonlar yurdun bütün katlarında bas bas anons edilirdi. Kimin çıktığı var, kim yalnız herkes bilirdi. Her şey şimdiye göre daha meşruydu. Bu, iyi mi kötü mü tartışılır.

Mevsimlerden yazdı. Ne söylesem azdı. İçim kıpır kıpırdı. Kelebekler gibi uçuyordum. Dünyanın algısının çok dışında bir taşralı, henüz derinliklerde boğulmamış, sevginin demir zırhından emin adımlarla yurdun kapısına indim. Sevdiğim çocuk yolun karşısında durmuş beni bekliyordu. Karşıya geçecektim ve güzel bir gün geçirecektim.

Umut ne güzel bir şeydi. Hayal ettiğiniz anı, yaşamışlık hissi verir. Mutluluk katlandıkça katlanır. Yurt binasının hemen yanına bir bina yapılıyordu ve ben az sonra o inşaatin önünden geçecektim. Kendimi süper Mario gibi hissediyordum. Yok yok, kesinlikle dünyanın en güzel kızı bendim. Bir Hülya Koçyiğit edasıyla yürüyordum. Tam inşaatin önündeydim. Aniden kafamdan aşağı boca edilen bir şeyler hissettim. Ne olduğunu anlayamadım önce. Allah’ın sopası mı lan bu, diye düşündüm.

Çünkü anamgiller beni oraya okuyup adam olayım diye göndermişlerdi. Ben eşeklik ediyordum. Üstüme başıma baktım. Baştan aşağı harç olmuştum. Tamam, belki heykeli dikilecek biriydim. Bu benim fikrimdi ve bunu inşaat işçileriyle daha evvel paylaşmadığıma emindim. İnsan bir şeyden çok emin olsa da, illa onay bekliyor işte. Nebleyim.

Biraz daha orada öyle durursam, kızgın güneşin de etkisiyle yurdun önünde, kendi heykelini kendi dikmiş bir şapşalın timsali olarak ölümsüzleşecektim. Yolun karşısına baktım. Çocuk halen orada korkuluk gibi durmuş bana bakıyordu. Bence zekamı test ediyordu. Vereceğim tepkiye göre, benimle evlenip evlenmeyeceğine karar verecekti. Kriz yönetme becerimi ölçüyordu. Renk vermedim. Veremedim. Yüzümün kızardığı, üzerime dökülmüş bir varil harçtan kamufle olmuştu çünkü.

Hiç vakit kaybetmeden yolun karşısındaki elemana el salladım. Bu el sallamanın içeriği mesaj doluydu. Yani “şu an rezil olmuş olabilirim ama halen özgüvenim tam”  Kendimi seviyordum. O da el sallayıp özgüvenimi onayladı. Asıl ben onu test etmiştim işte. Bakalım o, krizi nasıl yönetiyordu. El sallamasaydı fişini çekecektim. Dirençli çıkmıştı. Bir daha da terk etmeye bahane bulamadım. Ani bir U dönüşüyle yurda geri döndüm. Gece yarısına kadar yurtta ismim anons edildi durdu. Bütün günü yorganın altında geçirmiştim.

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Yetersiz bakiye

Bugün markete gittim. Toplam yedi parça bir şeyler aldım. Kasaya geldim. Hoş bir kız vardı kasada. Oldukça kiloluydu. Ben market sepetindekileri kızın önüne yığarken beni süzdüğünü fark ettim. Rengarenk bir gömlek giymişti." Bahar gömleğinize sinmiş" dedim. Telaşla gömleğinin yaka kısmına bakıp silkelemeye başladı. Yok öyle değil, dedim. Bahar diyorum, çiçekler, renkler filan diyorum. Gömleğiniz diyorum çok hoşmuş. Gülümsedi. Market kasiyerlerinin hep genç kızlardan oluşmasının bir tesadüf olmadığını düşünüp içimden üç kere ""Bat dünya bat" dedim. Tekrarlar iyidir. Bir tür hızlı tren gibi. Kolay ulaşılabilirliği sağlar. Namaz tespihleri, şarkı nakaratları, 3 kulhüvellahuehad filan, dedim. Lanet ettim. Yedi parça malzemeyi kasadan geçtik, kartımı uzattım. "Yetersiz bakiye" Kız bana baktı, ben kıza. İkimizde çaresizdik. Bu benim ilk çaresizliğim değildi.  Ustaca çevirdim dümeni.: "Çıkaralım birkaç ürünü" Üç parçayı iade ettim. Dört parçaya şifre girdim. Yetersiz bakiye. Bir kızım olsa bu ismi ona vermenin nasıl bir fikir olabileceğini düşündüm. Okulda sınıf arkadaşlarının dalga geçebileceğini düşünüp, Hayriye olsun dedim. Ben iyi bir anneydim.İki parça daha çıkalım, dedim. Yetersiz Bakiye. Lisede Baki diye bir çocuk vardı. Sarışınlardan nefret ettiğim için reddetmiştim çocuğun çıkma teklifini. Bence halen onun gazabına uğruyordum. Kasadaki kıza dönüp, "Aslında ben mayonezden nefret ederim, niye alıyorsam, ben de bi acayibim" dedim. Elimde bir bağ maydanozla eve döndüm. Tabakama baktım, halen sigaramdan birkaç dal vardı. Doğum günüme az kalmıştı. Hayat güzeldi.