Dersin ortasında üç tiyatrocu
genç, rengarenk kıyafetleri ve coşku dolu ifadeleriyle sınıfa girdiler. Yarın
okulda öğrencilere sunacakları “Pandora’nın rüyası” adlı tiyatro oyunlarının
tanıtımı için gelmişlerdi.
Oyuncular sınıfla sohbet
ederken, bir köşeye çekilerek tamamı sekiz yaşında olan çocukların gözlerindeki
ışıltıyı, yüzlerine yayılan katıksız mutluluğu seyre daldım.
“Carpe diem” denen felsefenin
onların gözlerinden çalınmış olabileceğini düşünüyordum.
Çocukların yüzü bir anda
ekşimiş reçel kıvamına dönüştü. Daha evvel hep 2 liraya gelen gösteri, şimdi ne
olmuştu da 3 lira olmuştu? Belli ki hepsi bu sorunun cevabını bulmaya
çalışıyordu.
Uzak bir yoldan bir haberci
gelmiş, atını ağaca bağladıktan sonra, köy meydanında şenliklerle kutlama yapan
ahaliye kara bir haber getirmişti.
Tiyatrocuların sınıfı terk
etmesinin ardından sınıfa derin bir matem sessizliği çökmüştü. Aleyna “bari 2
lira olsaymış”, Yunus Emre “kazıkçı bunlar!”
Merve “Ama çok pahalı”, Elif “annem ölse bu parayı bana vermez” derken ne
demek istedikleri gayet açık ve netti.
Onların bu mutsuz ve
düşünceli haline duygusallaşıp önce her çocuk için lazım gelen 1 liralık farkı
ben karşılamayı düşündüm. Sonra bunun çok makul olmayacağını, aşırı korumacı
anneler gibi davranırsam hata yapacağımı, bilakis hayatın acımasız ve soğuk
yüzüyle ara ara karşılaşmanın onları hayata daha sağlam hazırlayacağını
düşündüm.
Sonuç olarak; hayatla aralarında açılan farkı her istediğimde ben kapatamazdım. Zira hayat böyle bir şeydi: Çok istediğin ama bazen asla erişemeyeceğin bir güzelliğe, ağzın beş karış açık, bakakalmak!