28 Mart 2012 Çarşamba

Heves kursak korelasyonu


Dersin ortasında üç tiyatrocu genç, rengarenk kıyafetleri ve coşku dolu ifadeleriyle sınıfa girdiler. Yarın okulda öğrencilere sunacakları “Pandora’nın rüyası” adlı tiyatro oyunlarının tanıtımı için gelmişlerdi.



Oyuncular sınıfla sohbet ederken, bir köşeye çekilerek tamamı sekiz yaşında olan çocukların gözlerindeki ışıltıyı, yüzlerine yayılan katıksız mutluluğu seyre daldım.

“Carpe diem” denen felsefenin onların gözlerinden çalınmış olabileceğini düşünüyordum.


Tam bu sırada gençlerden biri,  bu şahane gösteriyi izlemek isteyen çocukların, yarın öğretmenlerine 3 tl getirmeleri gerektiğini söyledi.



Çocukların yüzü bir anda ekşimiş reçel kıvamına dönüştü. Daha evvel hep 2 liraya gelen gösteri, şimdi ne olmuştu da 3 lira olmuştu? Belli ki hepsi bu sorunun cevabını bulmaya çalışıyordu.

Uzak bir yoldan bir haberci gelmiş, atını ağaca bağladıktan sonra, köy meydanında şenliklerle kutlama yapan ahaliye kara bir haber getirmişti.


Bu çocukların yaşadıkları eve giren aylık para, kimilerinin belki de bir yıl sonra değiştireceği fiyakalı bir cep telefonuna bir kalemde verdiği para kadar bile değildi. Yoksa onlar, 3 lira ile 2 lira arasındaki 1 liralık o devasa (!) farkı bilemezlerdi.



Tiyatrocuların sınıfı terk etmesinin ardından sınıfa derin bir matem sessizliği çökmüştü. Aleyna “bari 2 lira olsaymış”, Yunus Emre “kazıkçı bunlar!”

Merve  “Ama çok pahalı”, Elif  “annem ölse bu parayı bana vermez” derken ne demek istedikleri gayet açık ve netti.



Onların bu mutsuz ve düşünceli haline duygusallaşıp önce her çocuk için lazım gelen 1 liralık farkı ben karşılamayı düşündüm. Sonra bunun çok makul olmayacağını, aşırı korumacı anneler gibi davranırsam hata yapacağımı, bilakis hayatın acımasız ve soğuk yüzüyle ara ara karşılaşmanın onları hayata daha sağlam hazırlayacağını düşündüm.


Sonuç olarak; hayatla aralarında açılan farkı her istediğimde ben kapatamazdım. Zira hayat böyle bir şeydi: Çok istediğin ama bazen asla erişemeyeceğin bir güzelliğe, ağzın beş karış açık, bakakalmak!




22 Mart 2012 Perşembe

Ayakkabı kimin derdidir?


Birkaç defadır rastlıyorum ona. Camdan bakarken tesadüfen görmüştüm. Sıradışılar çabuk fark edilir. Ya da ben çabuk keşfederim, bilmiyorum.


Çünkü apartmanın benden eski sakinlerine sorduğumda önceleri görmezken, ben söyledikten sonra görmeleri pek normal değil.




Genellikle hafta sonları takılıyor bizim evin etrafında. Tupturuncu, dizlerini geçen bir sabahlık, altında füme renginde pijama, ayağında terlik, elinde tüten sigarası ile tüm insanlığa sosyolojik bir mesaj verdiğini düşünüyorum.

Bukowski bizimkini görse; “kim lan bu karı? Aklınca kendini bana rakip mi görüyor şimdi bu?” der miydi, derdi.


Kimseyle konuştuğunu görmediğim gibi, böyle bir çabası da yok. Dünya yeni keşfedilmiş bir gezegen, o da uzay mekiğiyle zoraki gönderilmiş ilk canlı. Her seferinde aynı şeye ilk kez görüyormuş gibi bakması yok mu? Öldürür insanı!


Aşina olduğu tek şey, elindeki tütün. Öyle derin bir çekişi var ki, görsen hayatta sigarayı bırakacak en son insan dersin.


Çok ilginçtir, saçları her defasında  boyalı. Sapsarı hatta. Kadın; her evrede kadın olmaktan vazgeçmiyorsa benim gözümde tam kadındır vallahi de billahi de. Şu da olabilir:  Hayırlı evlatları vardır misal. Anneciklerine kıyamayıp sırf kendini iyi hissetsin diye, dip boyası geldikçe boyayan evlatlardır bunlar. Bir tür hakkaniyet!  Sonracığıma; her boyanmanın ardından kendini bir parça iyi hisseden alzaymırlı yaşlı kadının kendini halkın arasına karışmaktan alamaması gibi kadınsı bir şovdur belki de. Misal yani.


Ayakkabı mı? Yok canım, daha neler. Ayakkabı dünyayı umursayan insanların derdidir. Bir gün takılayım peşine diyorum. Camdan gördüğüm an, terliklerimi ayağıma geçirdiğim gibi yanında alayım soluğu. Bir çay bahçesine götüreyim, bir çay ısmarlayayım. Uzun uzun anlattırayım ne yaşadıysa. Deştim, anlatmadı mı, ben anlatırım n’em varsa, n’em kaldıysa.



19 Mart 2012 Pazartesi

Vicdan nakli yok muydu?





“İstanbul'da Zeytinburnu'nda intihar eden evli ve 2 cocuk annesi Moldovalı Olga Aygün'den alınan yüz, av tüfeğinin patlamasıyla yüzü parçalanan Kahramanmaraşlı Hatice Nergis'e nakledildi. Böylece Türkiye'de ilk kez bir kadına yüz nakli yapılmış oldu. “


Haber basında bu şekilde. Türkiye’de kadına yapılan ilk yüz nakli için alınan yüz şiddet maduru bir kadına ait. Neden şaşırdınız pardon?

Kocası, kadının organlarını bağışlarken “günahları affedilsin diye karımın organlarını bağışladım" demiş.


Oysa ki intihar eden Moldovalı kadın kocasından sürekli şiddet görüyormuş. Zaten hayatı güllük gülistanlık bir kadının intihar etmesi düşünülemez.


Anlamadığım; yetişkin olmayı kaldıramayan hasta ruhlu insanlar hem şiddetten yana bir tavır takınıyorlar, hem de utanmadan ve pişkince “zaten de günarkardı haspam” diye sağda solda vicdan istismarı yapmaya kalkıyorlar.

Bre mendebur! Bu kadın madem kötüydü, neden iki çocuk yaptın, madem günahkardı, pislikti neden boşamadın, madem sen bir melektin neden şiddet uyguladın?


Cevap yok.  Borcumu ne öderim, ne inkar ederim hesabı.

Kadın, bu dünya ikimize dar deyip imamın kayığına binmiş gitmiş ne de olsa. Meydan sana kalmış, şovunu yap şimdi doya doya basında medyada.


Şimdi bu ülkede hergün kadınlar günü kutlansa kaç yazar be gözüm?

18 Mart 2012 Pazar

Tuhaf bir gün


Bir tuhafım bugün. Hava güzel oysa. Camdan baktığımda tüm insanların kendini dışarı attıklarını görüyorum. Çıkmasaydım ölecektim der gibi bir halleri var.
Camdan tekrar baktım da; en son ne zaman sildiğimi hatırlayamadım. HD kalitesinde olmasa da halen gördüklerimi algılayabiliyorum.


Yani nedir bu Türk kadınlarının cam silme derdi? Silmeseniz, silmeyeni kınamasanız, hiç birimiz yorulmasak, hepimiz mutlu mesut yaşasak n'olurdu  ha n'olurdu?


Hava diyorum; harika bugün. Güzel havalarda şu yapılır bu yapılmaz klişelerine hiç girmedim.
Ruh halimin havayla ilgisi hiç olmamıştır zaten. Daha özetle fiziksel şartlarla. Hep evdeyim. Oda sıcaklığında olduğum sürece, dışarıdaki havanın ehemmmiyetsiz olduğu kanaatindeyim.

Zaten bu yazıyı da sırf yazmak için yazıyorum.
Yani "ndfjvmlkjnflkı" yazmamla, şu cümleler arasında inan hiç bir fark yok. Saçma sapan bir gün, aptal ben ve pazar.
Hepimiz buradayız..
Bence dışarı çıkmalıyım. Beynime giden oksijen oranının giderek azaldığını hissediyorum.
Oksijen iyidir.
Kalırsam tüm gün cama sinek gibi yapışacağım yoksa.

16 Mart 2012 Cuma

Bugün cuma ve ben çok mutluyum!

Mutluyum lağğnnn!

Cuma günlerinin mutluluk etkisi bir başkadır. Hepimiz prozac almış gibi dolaşırız o gün. Yani bugün. Oysa ki cuma da pazartesi kadar mesai günü, salı kadar 24 saat, çarşamba kadar yağmurlu, perşembe kadar çamurlu, cumartesi kadar ertesi gün tatili olan bir gündür.


Nedir bu cumanın şımarıklığı Allasen?

Ben biliyorum.

Pazar kadar sıkıcı olmaması. Onun dışında herhangi bir gün.

Yani Cuma günü de, en az pazartesi kadar borçlu, salı kadar evli, çarşamba kadar çocuklu, perşembe kadar tedirgin, cumartesi kadar faniyiz. Ama ama ama pazar kadar umutsuz değiliz!

Bence sırf buradan kefeni yırtıyor olmalı.

15 Mart 2012 Perşembe

Süt ve kurabiye





Ne zaman bu resme baksam ağlıyorum. Sylvia Plath  bu gülüşünün ardından ağıtlar yakan birilerinin olabileceğini bilseydi belki de kıymazdı canına. Bu kadar sahici gülebilen birinin kendini öldürebileceğine inanamıyor insan.

Sylvia  zor bir işe talip olmuştu. Edebiyata gönlünü kaptırmıştı. Edebiyatın nasıl bir tutku olduğunu ancak bu ateşte kavrulanlar bilir.  

 Elindeki  on portakalı yere düşürmeden havada çevirirken aynı anda seyirciye gülümsemek zorunda olan sirkteki palyaço gibidir edebiyata tutulmuş kadın.

Bir çoğumuz gibi başaramadın sen de. Asla yadırgamıyorum biliyor musun? İnsan bazen tıpkı Sait Faik gibi “yazmasaydım çıldıracaktım” diyor.

Yazmaya yeltenince ama yetemeyince de delimsi bir renge bürünüyorum. Bazen de yargılanmaktan korkuyorum. Kelimelerimi yağlı bir ilmek gibi boynuma dolamalarından ürküp kırıyorum kalemimi. Sözcüklerimin yanı başına süt ve kurabiye bırakıp terk ediyorum odayı.

Yazmak cesaret ister haklısın. Cesaretle savaşmak, geri dönmemek, göğsünü gere gere evet bu kelimeler benim diyebilmeyi ister. Ama ölüm öyle mi?

“Beni affedin” gibisinden kısa bir not, biraz süt, bir kaç da kurabiye... Kolay olanı seçeriz çoğumuz. Ne de olsa biz yok olduktan sonra geriye kalanların ağıtları, öfkeleri,  vicdan azapları, hepsi ve herşey ruhumuza ulaşamayacak kadar uzakta kalacaklardır.

O süt ve kurabiyeler vicdanının sesini bastırmaya yetti mi bilmem ama havlularla kapı altlarını tıkadığın, süt ve kurabiye bıraktığın odadaki o masum çocuklar sence kaldırabilecekler miydi bu yükü?

                                                               Soru mu bu şimdi?

Direnebilmeyi becerebilseydi, oğlun Nicholas, 47 yaşında senin gittiğin yolu seçip intihar eder miydi? Hayır, asla seni yargıladığımı düşünme. Seni anlıyorum. Biraz erken pes ettiğini düşünmüyor değilim ama. Sen de herkes kadar aciz, herkes kadar güçlüydün oysa.
Bir kadın, bir edebiyatçı olmaktan önce, bir anne olduğunu unutturacak kadar acı çekebilir insan. Süt ve kurabiye  kimilerine göre bencilliğin, geriye kalanlara göre yetememenin imgesiydi sadece.

Ahh keşkeler…Kuşatılmış çaresizliklerimizin hırçın dikenli telleri.
Bütün çocuklar  süt ve kurabiyeleri sever.
En az anneleri kadar.

Resimdeki gülüşüne bakıyorum. Nasıl da aldatıcı, kış güneşi kadar ışıklı ama ısıtmayacak kadar donuk.  Süt ve kurabiye kadar da ölümcül.

                                                            Lazar Hanım

                                 Öyle ölürüm ki, cehennem sanılır.
                                 Öyle iyi ölürüm ki, gerçek sanılır.
                                 Sanıyorum, sahneye çıkma sıran geldi diyeceksin.

                                 Bir hücrede ölebilmek yeterince kolaydır.
                                 Orada ölebilmek ve kalabilmek yeterince kolay.
                                 O teatral

                                Geri dönüş gün ortasında
                                Aynı yere, aynı yüze, aynı kaba
                                Eğlenen haykırışa:

                                Bir mucize!
                                Beni bitiren budur işte.
                                Bir fiyatı vardır oysa

                               Yara izlerimi görmenin, bir fiyatı
                               Tıkır tıkır çalışan
                               Yüreğimi işitmenin-

                              Ve bir fiyatı vardır, yüksek bir fiyatı
                              Bir sözcüğün, bir dokunuşun,
                              Ya da bir parça kanın,

                             Ya da bir parça saçımın ya da giysimin.
                             Ah, ah, Doktor Bey,
                             İşte böyle, benim Düşman Efendim.

                             Ben sizin eserinizim,
                             Değerli olan şeyinizim
                             Saf altından bir bebeğim,

                            Eriyip, bir feryada yapışıyorum.
                            Dönüyorum ve yanıyorum.
                            Sanmayın ki yüksek kaygılarınızı küçümsüyorum.

                            Sylvia Plath (1932-1963, ABD)


14 Mart 2012 Çarşamba

Olmadı TRT olmadı!


TRT, sabahları soğanları pembeleşinceye kadar kavursun diye şarkıcı-sunucu G.E’ye( George Eastman değil, diğeri) tam 400 bin lira aylık veriyormuş. Lan o paranın onda birini bana verin o soğanları istediğiniz rengin her tonunda kavurmazsam n’olayım taam mı?
Hayır, evde tam yirmi yıldır soğan kavuruyorum üstüne para veriyorum, bir de şarkı söylerek mi denesem diyorum bak şimdi: "Adımızı göklere yazdırdım, nay na na na nay nay nay nay, süürrprizzz!" falan.




TRT son zamanlarda kaliteli yapımlar yapmaya başlamıştı lakin bu son gafı yenilir yutulur cinsten değil. Bir tarafta sigortası, yanarak can verdiği gün yapılan işçi, diğer tarafta devletten aldığı 400 bin liralık maaşla ortalıkta pişkince  “Gelmeyin üstüme! Ben emekçiyim!” diye bağıran bir emekçi!


Şimdi sıkıysa bulun bakalım iki emekçi arasındaki 400 bin farkı!

Nasıl yazar oldum


Her şey lise öğrencisi yeğenimin kompozisyon ödevlerini yapmamla başladı aslında. Yazdığım yazıları her seferinde beğeniyle dinledikten sonra “sende müthiş bir yetenek var, sakın ha yazmayı bırakma!” diyen bizim kızın edebiyat öğretmenine çok şey borçluyum sanırım.  Demek ki neymiş; merhametten her daim maraz değil, bazen de rahmet doğarmış.


Yaklaşık üç yıldır bir şeyler karalıyorum. Yazmakla, yaşama tutunmak arasındaki o ince çizgide gidip geliyorum. Kalemimi  milyon kez elimden almak isteyenlere inat, bırakmaya da niyetim yok. Kalem benim oksijen tüpüm, beşiğim, ninnim, antidepresanım hatta abartmak istiyorum; çoğu zaman herşeyim.
Dönem dönem şevkim kırılsa da kelimelerin ruhumda  çağlayan hızıyla aktığı zamanlara gözü kapalı teslim oluyorum. Bu tutkuyla nereye, daha ne kadar giderim bilemiyorum lakin tek bildiğim; umutsuz bir aşk için “sonu ne olacak” diye sorduklarında ve âşık kişinin “varsın sonsuz olsun bu aşk!” demesi kadar gözümü karartmış olmam.

8 Mart 2012 Perşembe

Nergis

Nergis diye bir çiçek vardı eskiden. Ve ben onu ne çok severdim. Yine severim de, o halen var mı bilmem...
Böyle bir kış günüydü. Yolda tezgah açmış bir amca, buket buket yapmış satıyordu. Dayanamayıp almıştım.
Annem gibi kokuyordu tıpkı. Alıp götürdüğünü hatırlıyorum. Çok uzaklara hem de. Ben onu içime çektiğimi sanırken, aslında o beni içine çekmişti.


Yıllar olmuş bak. Özlemişim nergisin kokusunu. Ne vakit annemi özlesem nergis gelir aklıma. O an, annem düşer içime. Onun kokusunu ya unutursam korkusundan kurtarıverir beni.


Nergis diyorum. Çok güzel kokardı. Halen satılır mı acep çarşıda pazarda, bilmem ki.

5 Mart 2012 Pazartesi

Yüzyılın icadı


Yüzyılın icadı nedir diye sorsalar ne bilgisayar, ne cep telefonu derim.

Sıcak su torbası.

Hatta imamın bir itirazı olmazsa beni onunla gömün.

İcat eden kimse benim nazarımda cennete ilk sırada girecek olanlardan.

Nem kaldı

Yıllarca hapis damlarında kalmış bir dostumla konuşuyorduk geçen.
Bana "her an bir haber gelecek ve beni Trabzon'a veya ne bileyim Edirne'ye sevk edeceklermiş gibi geliyor" diyor.
Korku; habis bir tümör.
Kor ateşler düştü içime.
Halen beynimde zonkluyor acısı.




Şşşraaakkk!!


Haberlerde alt yazı geçti şimdi:
"Şiddete mali ceza!"
Bir tokata bir maaş ceza kesilecekmiş.


Erkek iç sesi:
" Amaaan! Parasıyla değil mi?  Şşşraaakkkk!!!"

4 Mart 2012 Pazar

Bu dünya halen dönüyorsa...


Yan dairede oturan komşum, kitaplığındaki bilmem kaç ciltlik Meydan  Louresların yıllardır tozunu almaktan bıkınca kitapların okulda öğrencilerimizin işine yarayabileceğini düşünmüş ve tüm ciltleri çuvallara doldurup soluğu benim kapıda almış.

Derdini ifade ediş şekline takıldım ben.

“ Olur ya bir gün internet denen şey yok olur, o zaman da söz uçar yazı kalır öyle değil mi?”

Bu lafın üzerine birkaç dakika donuk gözlerle bakıştık.

Bu dünya halen dönüyorsa, bu kadar temiz kalpli insanların yüzü suyu hürmetine dönüyordur.


I want to play a game!



Karşımızdaki insanın konuşmasına tahammül edemediğimiz zamanlar vardır. O an aklınızdan birkaç saniyeliğine muhatabınızın derisini yüzmek, ne bileyim tırnaklarını sökmek veya bedenini testereyle doğramak falan geçebilir.

Bu tarz fikirler hayatta en az birkaç kez aşşa yukarı herkesin zihninden geçmiştir.

Kendinizi böyle şeyler düşünürken yakalarsanız, sakın ha "manyak mıyım lan ben?" demeyin.

Tv’de uzman bir doktordan dinledim, son derece normalmiş. Hatta doktor bunun zaman zaman kendi aklından bile geçtiğini söyleyinceye kadar ben bile inanmamıştım.

Eyleme dökülmediği sürece hepimiz masumuz. Din de böyle der zira.

Gevşeyebilirsiniz şimdi.

Okur- yazar ilişkisi


Duydum ki, yazdığım her şeyi gerçek sananlar oluyormuş. Hiç de bile.

Hepsini uyduruyorum. Yazarların ana felsefesi uydurmaktır zira. Misal bu iddiamı uyduruyor olabilirim.

Bunu da hatta.

Detaylara  kafa yormak yerine okuyucu enerjisini okuduklarının lezzetine varmaya adasa, okur sağ, yazar selamet, geçinip gideriz bence.
Bence tabi.

3 Mart 2012 Cumartesi

Sevgili küllük

Sigarayı Bırakma Günlüğüm:

1.gün: Hepiniz çöpe!
2.gün: Harikayım ben!
3.gün: Yapabilirim!
4.gün: İşe yaramaz beceriksizin tekiyim aslında
5.gün: Hayatta bırakamam ben bu mereti!

Kadın programları

Kadın programlarını takip etmenin ciddi bir zeka kapasitesi gerektirdiğini her zaman iddia etmişimdir.
Şimdi burada şair gizli özneyi bulmamızı istiyor misal.
Kendine güvenen buyursun.

Face book

Rahmetli babam her akşam kahveye gider, gecenin bir yarısı eve dönerdi.
Annem de "ne bok var o kahvede!" diye söylenir dururdu.
Meğer adamlar face book'un in alt yapısını hazırlıyorlarmış da biz bilememişiz.
Affet bizi baba! Büyüksün!

Muhasebe

Memlekete gidememenin verdiği sıkıntıyı atmak için harcadığım sigara, kahve ve telefon faturasını düşünürsek,
sanırım yine zarardayım.

Fareler ve insanlar

Az evvel, Rusya'da inşaat işçisi olarak çalışan kuzenimle telefonlaştık.
İşyerinde kalıyormuş.
 "Odanın icinde kedi yavrusu kadar bir fare var, aksamdan beri kose kapmaca oynuyoruz." dedi.
-  E atsana dışarı, ne duruyorsun, dedim.
 - Dışarısı -15, yazık yaa! Hem inan bana fareler, insanlar kadar tehlikeli değil, deyince o an - 15 dereceyi iliklerime kadar hissettim.

Tutunamayanlar

Harbiden çok sağlam roman. Geçen gün elimden kaydı, tam ayağımın üstüne düştü.
Tam bir hafta üstüne basamadım yeminle!
Tuğla gibi mübarek.

Sahici olun sahici

Filmlerde esas kız aniden bayılıp yere düşer.
Sonra hemen yakınlarındaki kahramanı koşar kızı kucaklayıverir. Kızı kaptığı gibi hastaneye götürecektir zira. Tam o esnada, yani ben kendimi olaya bütünüyle kaptırmışken bayılan kızcağız, kendini kucaklayan adamın boynuna elini dolamıyor mu?
İşte o sahnede hadisenin bütün gazı kaçıyor. Tıpkı dün akşamki "Öyle bir geçer zaman ki"de olduğu gibi.
Öğrenemediler gittiler şu işi.

Şeytan aldı götürdü

Ülker bisküvinin bu teneke kutusundan, çocukluğumun geçtiği evde de vardı. İçinde babamın senetleri, faturaları ve küçük dünyasının büyük belgeleri saklanırdı.
Ne zaman aradığı bir şey olsa tüm kutu alaşağı edilir fakat aranan belge bir türlü bulunamazdı.
 Her seferinde hiç şaşmaz aynı hadise yaşanırdı.
Babam evde kıyameti koparadursun, ben içimden hep aynı tekerlemeyi tesbih ederdim:
 "şeytan aldı götürdü, bulamadan getirdi"

Matematik eşittir hayat

Tüm okul hayatım boyunca matematik hocalarım "toplamanın dağılma özelliği var" diye bir yerlerini yırtıp durdular.
Ulan dedim bu bilgi hayatımın neresinde işime yarayacak çok merak ediyorum.
Hergün saatlerce evi sabah topluyorum, akşama dağılıyor.
Bugün bir kez daha hocalarımın önünde saygı ile eğiliyorum.

2 Mart 2012 Cuma

Tolstoy'un cevabı

Tolstoy' a depresyon nedir diye sormuşlar.
O da "şu anda karşıma bir cin çıksa ve dile benden ne dilersen dese dileyecek hiçbirşeyim yok" demiş.
Demem o ki; halen bir dilek tutabiliyorsanız, hayata tutunabiliyorsunuz anlamındadır.
Bu da müthiş bir şeydir.

Geçmiş zaman kipi

Geçen gün Türkçe dersinde zaman kavramını işledik.
Geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman falan filan.
Dersin sonuna doğru anlatılanları anlamış gibi görünen talebe taifesine dönüp sordum:

-Hadi bana geçmiş zamanla ilgili bir cümle kurun bakalım.
En hevesli gördüğüm öğrenciye derhal söz hakkı verdim. Evet Seda:
 - Geçmiş olsun örtmenim.

Çocuk eğitimi ciddi iştir

 Bugün temizliği çocuklara yaptırma kararıyla güne başladım.
 Evi üç bölüme ayırıp her birine görev dağılımı yaptım.
Görevlerini başarıyla tamamlayana 10 lira vaat ettim. Şevkle işleri bitirip paralarını aldılar.
Şimdi hayatın acı gerçekleri ile tanışma zamanı:
öğle yemeği:2 lira
akşam yemeği: 1 lira
portakal suyu 2 lira
cevizli çörek 2 lira

Flaş tv

Flaş tv'nin "gamsız hayat" felsefesi bir gün öldürecek beni.
Bütün dünyada yer yerinden oynasa bunlar ya halay çekiyor, ya göbek atıyor.

96 yaşındaki babaannem bile dış dünyanın sorunlarıyla daha ilgili.
Bu kanalın yöneticileri hangi antidepresanı kullanıyorlar, derhal açıklasınlar!

Öyle bir geçer zaman ki'nin Osman'ı

 Öyle bir geçer zaman ki' nin Osman'ı bir tuhaf.
İçine yetişkin kaçmış gibi. Bildiğim çocuklara benzemiyor.
Bir şey bildiğim gibi olmayınca hafif bir tırsma oluyor bende.
Çocuk dediğin oraya buraya zıplar, etrafındakileri çıldırtır, bilemedin kızların eteklerini falan kaldırır.
Bu çocuk öyle değil, bu yüzden çocuk gibi de değil.

Deli misin kardeşim?

Sabah erken saatlerde Habertürk tv'de izlediğim bir proğramda sunucu Oylum Talu'nun şizofreni hastası konuğuna "size deli denmesinden rahatsız oluyor musunuz?" diye sorması bir tek bana mı abes geldi acaba?"

Çocuk olmak

Bugün okulda nöbet günümdü. Koridor, dışardaki yağmur sebebiyle hayli kalabalıktı.
Bir ara öğrencilerimin birbirlerinin tişörtlerine var güçleriyle asılarak trencilik oynadıklarını gördüm. Caanım tişörtler göz göre göre mahvoluyordu.
"Hey siz!" dedim."
-Efendim örtmenim, dediler.
O an, bunu büyüdüklerinde asla yapamayacaklarını düşündüm.Sonra onlara döndüm ve aynen şöyle dedim:
- Çok yavaşsınız! Ben bile sizden daha hızlı kovalarım!

İkiz annesi olmak

 Benim gibi 3 çocuk büyütmüş(üstelik bir de ikiz  var bunların için de) birine bir saatliğine de olsa bir yaşındaki çocuğunu, ruh sağlığıma güvenip emanet bırakan kapı komşumun karşısında saygı ile eğiliyorum.
Büyük cesaret!"

Sihirli küre

Üniversite sınavına hazırlanan kızımın "keşke elimizde sihirli bir küre olsaydı anne" demesi üzerine:
-  Öyle bir küre olsa her şekilde yan gelip yatarsın sen.
 Sınavı kazanacağını görsen; ne de olsa kazanıyorum, ne diye çalışayım dersin,
 kazanamayacağını görsen; zaten kazanamayacam, zorum ne dersin.
O zaman da ben o küreyi alır, kafanda bir güzel parçalarım.
 Odana şimdi!

Xanax

Dünkü okul gezisinde, konakladığımız mekanda düzenlenen eğlencede bir saniye bile yerinde oturmadan saatlerce pistte tepinip kan ter içinde kalan kadın, finalde yanıma oturunca dayanamadım ve sordum:
-Afedersiniz bayan; halinizden çok etkilendim.Allasen hangi ilacı kullanıyorsanız bana de söyleyin.
El-cevap: "ZANAKS".
 Tüm eczanelerden ısrarla isteyin.
Vermediler, bombalayın."

Hepimiz arsızız

                            Biz var ya biz, ölümü bile bir kaşık helvayla tatlıya bağladık ya!

Çakmak ve kişilik

Kişinin kullandığı çakmak tarzına göre karakter analizi yapan bir dostum, bugün Arzu'nun sigarasını yakmak için çantamdan çıkardığım 20 cm' lik ocak çakmağını görse; hakkımda nasıl bir durum analizi yapardı, merak ediyorum.

Ağustos böceği ile karınca

Öğrencilerim duymasın ama ağustos böceği ile karınca masalındaki karıncaya çok fena uyuz oluyorum.
Hani böyle kafa göz giresim geliyor bazen.

Ah İfot ah!

Cumartesi günkü bölümünde İffet, topuklu ayakkabılarla ve şahane bir kırmızı elbiseyle önce temizliğe gitti, aynı kıyafetlerle akşam boğazda yemeğe, sonra da gecenin ilerleyen saatlerinde İstanbul'un en şık mekanlarından birinin açılışına gitti.
Kendimden utandım valla."

Kürk Mantolu Madonna


"Her şeyi içinde boğmaya mecbur olmak, diri diri mezara kapanmaktan başka nedir?
Ah Maria, niçin seninle bir pencere kenarında oturup konuşamıyoruz?
Niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında, sessizce yanyana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?
Kürk Mantolu Madonna.
Sabahattin Ali

En iyi koca ölü kocadır

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'ndan kocası ölmüş kadınlara nakit yardımı projesi yoldaymış.
Dirisi beş etmez adamların ölüsünün gelir getirmesi sevindirici."

Kimi kurban etsek?

Bugün Hayat Bilgisi dersinde dini bayramlarımızı işliyoruz taam mı.
Öğrencinin biri söz aldı:
"öğretmenim, kurban gelmeseymiş, yaşlıları kesecekmişiz.
Ben: Yavrum kimden duydun sen bunu?
Çocuk: Annemden örtmenim
-  Bu konu açıldığında babaannen sizde miydi çocuum?"

Neşeliyim

İçimdeki serseri sokak çocuğunu bugün herzamankinden daha çok seviyorum.

Kahve

Fatih Sultan Mehmet'in yerinde olmayı hiç istemedim. Kahve içmeden geçmiş bir ömür... İstanbul'suz yaşayabilirim ama kahvesiz asla!

Titanic

 Ders Hayat Bilgisi: Çocuklar deniz taşıtlarına bir örnek verin bakalım.
Aleyna söz alır.
 "TitaniK örtmenim"
 Daha 8 yaşında olabilirler benim öğrencilerim lakin bi entellektüel derinlikleri var.

Zeki Müren

                                  İffet dizisinin Ali İhsan Bey' ine her an aşık olabilirim.
İffet'e evlenme teklifini sırf "seninle bir ömür Zeki Müren dinlemek istiyorum" şeklinde yaptığı için.

Düşük bel mi düşük çene mi?

"Okul çıkışı eve dönüyorum. Önümde iki tane genç kız yürüyor.
Oldukça kilolular. Pantolonları dikkatimi çekti bir an.
Düştü düşecek, belki farketmemişlerdir, önce tutayım dedim. 
Öyle ya, sosyal sorumluluk sahibi bir bireydim. Tutmak olmaz, uyarayım dedim. Medeni bir bireyim aynı zamanda.
Kızları tuttum kollarından:
"Kızlar farkında mısınız pantolonlarınız düştü düşecek!!"
Ama son derece iyi niyetliyim.
Ne mi dediler?
"Merak etmeyin alışkındır onlar".
 Doğru ya, atasözü bile vardı.
Alışmamışında durmuyordu bu meret!

                                                        Ben sağlamcıyım arkadaş!

Evlenmeyin ulan!!

  "Nerede kalmıştık; haa evet, hatırladım; kadın cinayetleri diyorduk en son. Gaziantep'te bir adam karısını 12 yerinden bıçaklayarak öldürdü.
 Başka bir yerde de yine bir adam karısını pompalı tüfekle yaraladı.
Tek bir çözüm geliyor aklıma artık:
Evlenmeyin ulann!!!"

Kadın cinayetleri

"Okula gelirken arabanın radyosunda içli içli çalan türkünün sözleri: " yar, senden başkasını seversem, öldür beni, beni". Ben de diyorum memlekette kadın cinayetleri niye bu kadar arttı. Ağır tahrik var abi"

Öğretmenler gününde bir Cinderella masalı


"Dün bütün gün külkedisi masalı gibi geçti. Yemekler, çiçekler, balolar neyim. Gece yarısına doğru eve geldim. Sütü koydum ocağa ve telefondan kutlamaları almak için odama geçtim. Kızımın çığlığıyla mutfağa koştuk. Sonra efendim, ocaktaki süt, taşmış taşmış taşmış... Bülen Ersoy atlasa, süt banyosu yapacak kadar olmuş ocak. Sonra evdekiler bana döndü ve, "Allah rızası için yemek yapma bize. İstemiyoruz, hatta canın ne istiyorsa söyle, biz yaparız sana, yorulma yani, o açıdan" felan. Yani ne biliim, hayat bir masalmış sahiden de."