22 Aralık 2012 Cumartesi

Beni hatırla

Sık sık girdiğim, üyelik isteyen bazı sitelerde şifrenin hemen altındaki "beni hatırla" ibaresi çok acıklı geliyor bana.
Böyle nasıl desem, gözlerim doluyor filan.

20 Aralık 2012 Perşembe

Hoşştt!

Tam makinaya çamaşır atacakken elime aldığım jel deterjan kapsülünün üzerinde "ısırmayın" yazdığını gördüm. Ağır tahrik var abi.

18 Aralık 2012 Salı

Zippo

Bir tiryakiysen ve hiç Zippo'n olmamışsa, mutsuzsundur.

Iğğyykk!

Geçen gün bi yerde, ocağa koyduğu çorbanın ısınıp ısınmadığını anlamak için tencereye serçe parmağını sokan bir kadın gördüm.
Yalanım varsa ekmek mushaf çarpsın.
Her ne kadar o an ben ne diyeceğimi bilemedimse de, rahmetli annem böyleleri için "elinden kabuklu ceviz yenmez" derdi.

17 Aralık 2012 Pazartesi

Vurun Kahpeye!

Evlendiği günden itibaren ve sonrasındaki otuz yıl kocasından şiddetli şiddet gören kadının, katıldığı bir cemiyette etrafındakilere dönüp "Allah, alacaksa benim canımı onunkinden evvel alsın, onsuz bir hayat düşünemiyorum" demesi, hiyerarşik bir yalakalık mıdır yoksa bildiğimiz Stockholm sendromu mudur bilemedim.
Hayat bazen çok Serdar Ortaç cidden.

16 Aralık 2012 Pazar

N'oluyo lağğğnnnn!

İçimdeki varoş iyice hortladı bu ara: Arabesk dinlemeler, Esro Erol'un izdivaç prog. izlemeceler, altın günlerine katılmacalar, kitap okumama, yazı yazmamacalar, internetten pasta börek tarifi almacalar ve bu durum Ankaralı Coşkun dinlemece ile zirveye ulaşmış durumda. Mayalar haklı beyler!
Şimdi dağılabilirsiniz.
 

15 Aralık 2012 Cumartesi

Annelik zor zanaat

-Anne!
- Efendim çocuum?
-Güneşli bir havada yürürken, gölgemde kulaklarımın çanak anteni andırmasından nefret ediyorum!
-Ama evladım zeki insanların kulaklarına bi dikkat et, hep kepçedir.
-Sahi mi?
-Sahi ya!
-Hımmm...

12 Aralık 2012 Çarşamba

Mutluluk

Mutluluk; okula gidip "hastayım bugün, yormayın beni çocuklar" dediğinde, sınıfın en haşarı öğrencisinin kantinden senin için aldığı ayranı ikinci dersin başında öğretmen masasının üzerinde bulmaktır.

8 Aralık 2012 Cumartesi

Ve melankoli


Şöyle Türkan Şoraylı bir Türk filmi başlasa tv'de, sonra yağmur yağsa dışarıda, tık tık cama vursa, sıcak bir çay olsa yanımda, hiç kimse olmasa odada, tek başıma acıklı bir filme ağlasam zırıl zırıl. Hüznün mutluluğunu yaşasam bir başıma. Kim küser sanki...

7 Aralık 2012 Cuma

Beni al, onu alma!

Bugün tv'deki evlendirme programına çıkan hatun kişi "evlat seldir, koca kumdur. Sel gider, kum kalır" diyerek nokta atışı yaptı. Bu kadınların kafası zehir gibi çalışıyor vallahi de billahi de.

6 Aralık 2012 Perşembe

Kalemimi kırıyorum.

An itibarı ile kalemimi kırıyorum ve portakallı Pekin ördeği pişirmek üzere kendimi mutfağa kilitliyorum.
Stop!

Ayyyyfon!

Bugün Türkçe dersinde, Türk ordusunun kurtuluş savaşında Afyon'da verdiği mücadeleyi anlatan metinde kız öğrencinin Afyon kelimesini ısrarla 3 kez ayfon diye okuması bana kaderimin bir oyunu mudur?

Hey özgürlük!

Erkek doğmuş olmayı çok istediğim zamanlardan biridir yabancı bir şehrin misafiri olmak.
Şöyle elinde sigara ile hiç bilmediğin bir şehrin sokaklarında gecenin bir vakti, montunun yakasını kaldırıp, başını biraz içeri çekerek loş sokaklarda saatlerce dolaşmak.
Özgürlük diyorum; bu kadar basit aslında.

Hayattan soğumak

Dün akşam misafirlerim vardı. Yeni evli bir karı koca. Hayatlarında şeker yok, tuz yok, tütün yok, kahve yok. Spor ve diyetten ibaret bir yaşam. Hayattan soğuttular beni bir gecede.

Hayat bana güzel!

Hergün öğleyin biten derslerim bir tek salı günleri saat üçe kadar sarkıyordu. Seçmeli ders ile birleşen nöbet, salı günlerimi çekilmez hale getirmekteydi. Durdum düşündüm, bu kadan çalışıyorum, kendimi kendimden başka takdir eden yok nassolsa dedim, iyi dedim.
Doğru müdür odasına gittim. Müdür beye, öğleden sonra olan bu iki dersi istemediğimi, bunun ders ücreti ile birlikte mümkünse başka bir Türkçe öğretmenine derhal devredilmesini rica ettim. Mümkünmüş. Öğle ezanı evdeydim. Kısa bir kış günününden daha zaferle çıkmış, kendimi şımartmıştım. Aferindi bana. Artık hayat bana güzeldi lağğnn!

18 Kasım 2012 Pazar

Yer çeker Abidin!

Çocuklar ders çalışsın maksat, salondaki tv'yi devre dışı bıraktık. E benim odamda da tv olunca çoluk çocuk sık sık bende toplaşıyor. E ana yüreği tabi, yerçekimi kuvveti de eklenince bunun üstüne, alıyorum hepsini kanatlarımın altına. Ortaya çıkan manzara mı?



 

9 Kasım 2012 Cuma

İnsan değil bunlar yeminle!

 
Norveç'te 22 Temmuz 2011'de 77 kişiyi öldüren Behring Breiving, hapishanede gördüğü insanlık dışı muameleden şikayetçiymiş. Kaldığı bölümde spor odası, çalışma masası ve bilgisayarı olmasına rağmen, kahvesinin soğuk gelmesinden, bir de diğer mahkumlarla görüştürülmemesinden dolayı, insanlık dışı muameleye maruz kaldığını beyan eden bir dilekçe ile adalet bakanlığına başvurmuş.

Reklamlarda diyor ya hani "o ne özgüven o"

Dangalak kimdir?

Yıllar evveldi. Dört kadın kendi aramızda laflıyorduk. İçimizden biri evliliğinde ne denli mutsuz olduğundan, kırılmışlıklarından, incinmişliklerinden dem vuruyordu. Bir diğeri de bulunduğumuz ortama ilk kez katılan bir kadındı. Bu muhabbetin üstüne söz aldı ve kocasınının ne kadar mükemmel bir eş olduğundan, kendisini sürekli hediyeler boğduğundan, gezmelere götürdüğünden uzun uzun bahsetti.
Hiç birimiz yorum yapmadık, sadece dinledik. Sonra derin bir ölüm sessizliği kapladı odayı. Kimse ne diyeceğini bilemedi. Yaralı bir kalp taşıyan kadının gözlerine baktım. Acısı dörde beşe katlanmıştı adeta. Üzülmekle kalmayıp, diğer kadına hınçla dolmuştum. O günden sonra o akıl fukarası, budala hatunla bir daha görüşmedim. Tüm ısrarlarına rağmen hem de.
Demem o ki, başkalarının mutsuzlukları karşısında kendi mutluluklarını öne süren insanlar en gereksiz insan modelidir. Hadi daha Türkçe söyleyeyim; dangalaktır. Yok yok, dangalağın önde gidenidir.

13 Ekim 2012 Cumartesi

Ünlü bir yazarım ben lağnn!

Sevgili küllük,
Geçen ders okuldaki ergenismuslara ödev vermiştim. "Yalnız kalmak" metnini okuduktan sonra onlardan "İnsan insanın zehrini alır" sözünü araştırmalarını istedim. Bir tanesi çıktı ve elindeki yazıyı okumaya başladı. İnternetten acemilik yıllarımda yazdığım "İnsan insanın zehrini alır" başlıklı yazımı indiregandi yapmış. Bu yazı benim lağğnn dedim. İyi dedim. E şaşırdım tabi, şaşırmakla kalmayıp bir parça da heyecanlandım. Kendimi ünlü bir yazarmışım gibi filan hissettim. İyiydi yani, iyi.

5 Ekim 2012 Cuma

Hayat hiç adil değil

Öznur'la tanıştım bugün. Dokuz yaşında.. Zeytin gibi kapkara, üzüm gibi ipiri gözleri vardı. Babası, adamın tekini vurmuş, içeri atmışlar. Annesi ise çocukları ortada bırakıp köyüne, annesinin yanına dönmüş. Öznur'a ve iki kardeşine amcasıyla yengesi bakıyormuş. Sınıftaki öteki çocuklar anlattı hikayesini.
Çocuklar bazen sandığınızdan çok daha acımasız olabiliyorlar. Soğukkanlı bir katilin seriliğinde anlatıveriyorlar olan biteni.

 Öznur diyorum. Halen öğrenememiş okuma yazmayı. Hadi şunu yapalım diyorsun, canım istemiyor deyip meydan okuyabiliyor. Herşeye rağmen öyle hayat dolu ki! Şarkı söylüyor neşeyle, heyecanla kafasına eseni gelip anlatıyor filan. Ama sen yönlendirdin mi eşşek gibi inatlaşıveriyor.


 Nasıl dolacak kimbilir hayatında açılan o koca oyuklar. Kimler nasıl dolduracak. Çünkü boşlukları sadece güzellikler doldurmaz. Bütün gün aklıma mıh gibi çakılıp kaldı. Öznur...Bahtı ak olur mu ki dilesem? Yaralarını saracak biri çıkar mı acep birgün karşısına? Yoksa kader bir kere gülmedi mi ömrü billah gülmez mi bir daha?

 Camdan dışarı bakıyorum. Tam karşıda şahane bir özel okul var. Son model arabalarıyla markalı ve şık gömlekli babalar kızlarını ve oğullarını öperek okulun kapısında karşılıyorlar.
Hayat hiç adil değil.

27 Eylül 2012 Perşembe

Katlanabilir bardak

Bahçede nöbetçiyim. Dokuz on yaşlarındaki birkaç oğlan çocuğu küçük bir pet şişeyi kumla doldurmuş futbol maçı yapıyorlar. Fakirlik, yaratıcılığı kesinlikle tetikleyen bir kavram.

Pınar, Ankara'da yaşayan eğitimli bir anne babanın kızıydı. İnsan sevgisiyle dolu kalbi beni ona çekerdi. Sınıfsal ayrımcılığa karşı bir bünyeye sahipti. İnsandı. Onunla sohbet etmek yeryüzünden bir süreliğine ayrılmakla neredeyse eşdeğerdi.

Her yaz Torosların yaylalarında oturan babaannesine geldiği için mutlaka karşılaşırdık. Babannesi ile bizim evimiz karşı karşıyaydı. Pınar'ın gelişini iple çekerdim. O, dünya ile kurduğum en önemli bağmış gibi gelirdi. Bana dünyayı anlatırken, bağışladığını bilemezdi.

Ne zaman gelseler, mahallenin çocuklarına daha evvel hiç görmediğimiz hediyeler getirirlerdi. Bunlardan aklıma mıh gibi çakılan rengarenk, katlanabilir, kapaklı bir bardaktı. Çok özel gelmişti bana bu hediye. Bildiğim bardaklara benzemiyordu çünkü. Bardak dediğin katlanamaz bir şeydi. Fakat bu bal gibi de katlanıyordu. Okul bir an evvel açılsa da bu bardakla ders aralarında su içsem diye hayallere dalıyordum. Kazık kadar oldum halen o yazı unutamam. Çünkü o yaz hayatın aslında o kadar da boktan bir şey olmadığını öğrenmiştim. Bu önemli bir adımdı.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Adaçayı

Gazetede adaçayının hafızayı güçlendirdiğini yazmışlar utanmazlar. Hafızayı güçlendirmek isteyen kim? Bildiğim her şeyi unutmak istiyorum lağğğnnn!!

Bunun için ayda kaç kutu antidepresan bitiriyorum haberiniz var mı sizin?

17 Eylül 2012 Pazartesi

Horlamak üzerine

Bazı insanların horlaması horlamadan öte bir eylem. Misal odadaki bütün eşyaları içine çekip sonra da salıveriyormuş gibi fantastik olanları var.

Kopya

Kopya çekmek pek de şık bir hareket olarak bilinmez lakin bana göre kopya çekmeye çalışan bir öğrencinin ayrı bir havası vardır. Çünkü yapmaya çalıştığı bu iş ciddi bir dikkat, özgüven, yetenek, cesaret, sosyal ve kıvrak bir zeka, aynı zamanda da risk almayı gerektirir. Bu kadar kavramı biraraya getirmeyi başarıp harmanlayan biri asla boş değildir. Kim ne derse desin.

26 Ağustos 2012 Pazar

Şizofrenik saçıntılar

                      -I-

- Tık tık..
-Şimdi gelme, kendimde yokum zira.
-Kahve?
-Bak o beni kendime getirir işte.
-Nasıl olsun peki?
-Köpüklü lütfen.



                    -II-

- Biliyor musun?
- Neyi?
- Balkondaki çiçekler ile ruh halim arasındaki doğru orantıyı.
- Ne durumda peki?
- Ruh halim mi?

- Hayır, sardunyalar.
- Hepsi soldu.


                -III-

-  Şikayet etmek acziyettir değil mi?
- Bazen evet.
- Makam Tanrı ise de mi?
- Hayır, bu konuda rahat olmanı ister O.
- Bu kekin yanında en iyi ne gider bilir misin?
- Ne?
- Gazoz. Hani bir zamanlar kapakları ceplerimizi doldururdu.
- Şimdi neredeler?
- Hepsi uzakta. Tıpkı çok sevdiklerim gibi.


-              IV-

- Şu karşı binadan çıkan süslü püslü insanları görüyor musun, nasıl da hayat dolular.
- Görüyorum, yürüyüşlerine baksan dünyanın en mutlu insanları sanırsın.
- Bu sıcakta üşenmemiş, giyinmiş, kuşanmış makyaj yapmışlar, sahteliklerine sahtelik katmışlar.
- Kışın daha gerçek sanki herşey öyle mi?
- Evet kışın kar yağarken herşey daha masum gelir bana.
- Birer çay daha?
- Üzgünüm. Pazara gitmeliyim şimdi. Başka sefere belki.


              -V-

 - İyi kalpli bir insan olduğuma inanıyorum
- Bunu da nereden çıkardın?

 - Pazara gittiğimde diyelim ki kızılçık aldım, elimde kızılcık poşetiyle başka bir kızılcık satıcısının önünden geçerken, adamın poşetime baktığını düşünüyorum ve o an yüzüm kızarıyor.
- Fazla yaşamazsın sen.
- Uzun yaşamak aptalların derdidir zaten.


            -IV-

Bazen inaılmaz bencil olduğumu düşünüyorum.
- Yine ne oldu?
- Bir cenaze törenine katıldığımda çok üzülüyorum.
- Bu gayet insani, rahat ol.
- Sorun bundan sonra başlıyor ama. O tabutun içinde yatan ben olmadığım için korkunç bir sevinç duyuyorum.
- Pisliğin tekisin sen!
- Hangimiz değiliz ki.


9 Ağustos 2012 Perşembe

Bulaşık mı dedi biri?

Orhan Pamuk, Yeni Hayat isimli romanında, etkilendiği kitap ile arasında duygusal bir bağ kurduğunu ifade etmek amacıyla sayfalar dolusu bir girizgah yapar. Ona bir insanmış gibi davranır neredeyse. Ben de mutfakta her daim yığılmış halde duran bulaşıklarla aramda özel bir bağ kurduğumu söyeyebilirim. Misal bulaşıkların yolumu gözlediğinden adım gibi eminim. Ben olmasam onlar bir hiçler. Onlar olmasaydı hayatımda, ben de bir nihilist olabilirdim ama değilim. Anlam yüklerler kadına, en azından bana.
Gece gündüz ellerinden sevgi ve merhametle tutmamı beklerler. Fakat bu merhamet ve sevgi tek taraflı değildir. Zaman zaman benim de onlardan medet umduğum olur. Tabiattaki su döngüsüne benzer tatlı bir akım vardır aramızda.
Bulaşıklar, sığındığım gölgeliğimdir. Onların başına geçtiğimde kutsal bir mabede girmişim gibi arınırım. O an kafamdan geçenleri ne kimse bilir, ne de sorgular. Bir yerde tek başıma dursam ve gözlerim uzaklara dalsa, en yakınımdakiler hemen irdelemeye başlarlar. İşin yoksa izahat ver. Ama bulaşıkları yıkarken yılan bile dokunmaz.
Oysa ben oradayken ne ihtilaller yaparım, ne terk edişler ne vuslatlar yaşarım, bunu bir tek ben bilirim.Kimse de bilmek istemez niyeyse. Gözümün önünde köpüren rengarenk su damlacıklarının içine ne hayaller sığdırırım. Küçük bir kasabaya yeni kurulan açık hava sinemasına giden mahallelinin heyecanıyla tutuşurum bu yüzden. Tüm aile iç dünyama tek kişilik biletimi güle oynaya keser. Bir başıma geçmişe ve geleceğe doğru dört nala koşarım.
Bulaşıklar diyorum. Hayatımıza isteyerek ya da istemeden bulaşan ne varsa tel tel çözülür bulaşıkların başında.İyisiyle, kötüsüyle. Böyle.

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Soğuk hayatlar

Güzel dizi adı olur ama doğru mu?
Soğuk hayatlar, sezon 5
-Konumuz bu değil -

Karşı apartmanın üçüncü kat balkonunda takriben altmış beş yaşlarındaki, kısa saçlı, saçlarının yüzde seksen dokuzuna kır düşmüş, gri kapri pantolonlu, siyah beyaz çizgili tişörtlü kadın, tam beş saattir o sandalyede, sadece gözlerini uzaklara dikerek hiç kıpırdamadan öylece oturuyor.

Nihayet kıpırdadı ve en azından nabzının attığına vakıf oldum. Allah'ım sonum böyle bir son olacaksa, lütfen daha erken bir saatte buluşalım.

Sahi, saatlerce ne düşünür ki insan o yaşta. İlk kalp çarpıntısını mı? İlk vazgeçişini mi, hayırsız evlatlarını mı? İlk ihanetini mi? İlk nefretini mi? Son aşkını mı? Bir daha aşık olabilme ihtimalini mi? Kaybolan yıllarını mı? Ne?

27 Temmuz 2012 Cuma

Evdeyim evdesin evde

Bu yaz tatilinde şunu iyice idrak etmiş bulunmaktayım ki; şayet bir işim olmasaydı ve sadece bir ev hanımı olsaydım, üst kat komşum sevgili Obsesif-Kompulsif hanım teyze'den zerre farkım olmazdı. Şu bir kaç aylık boşlukta bile kendimi öylesine temizliğe verdim ki ev, eldivensiz ameliyat yapılabilecek kadar steril. Eylülden sonra özüme dönderim lakin.
Dipnot: Domestos candır.

19 Temmuz 2012 Perşembe

Yazın okunmaz

Kitap okumanın kış mevsimi ile flört ettiğine inananlardanım.

En çok aranan, beğenilen, okunan kitap türevinde her ne varsa bu ara gözüme sıcak su torbası gibi görünüyor dinime kitabıma.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Kabus

Gecenin tam orta yerinde uykundan kan ter içinde uyanırsın. Üstüne karabasan çökmüş gibi yapışmışsındır yatağa. Aslında hiçbir şeyden korkmazken, o karanlıkta içeriki odalarda kalabalık bir ölü ordusunun seni beklediğine inanırsın.

Uyanmışsındır artık. Çünkü kabus rüyada bitmiş olsa da gerçekte üşenmez bir çırpıda devamını sen yazarsın. Senaryonun tam da bu kısmında gözlerini sımsıkı kapar gerçek kabustan kurtulmak için tekrar uykuya sarılırsın. O seni ittikçe sen asılırsın.

Uyuduğun odanın dışındaki o yabancılar defolsun çıksın gitsin diye amansızca dua edersin. Lanet olasıcalar kılını bile kıpırdatmazlar. İşçinin anavatanı yoksa, korkunun da mantığı yok işte.

Yok!Yok!Yok!

8 Haziran 2012 Cuma

Sessiz gemi

Bugün bir cenaze arabası geçti önümden.
Ölüler geçti aklımdan. Bir daha hiç dönemeyecekleri düşüncesi ile irkildim. Geri dönmemek derken, hȃşȃ ölümden sonraki diriliş değil kastım.

Bir daha asla göremeyecekleri ve bu dünyada kalan sevdikleri, sevgilileri, yalanları, nefretleri, ihanetleri, kavgaları hepsi topluca yoktu. Değil mutlulukları, ağlayacak bir kederleri bile olmayacaktı artık. 

Acılarımı bile sevdim o an. Islık çalarak, ellerim cebimde, gözümün içine çakılan güneşe inat, iyi kötü bana ait ne varsa hepsinin şerefine bir şarkı tutturdum.

4 Haziran 2012 Pazartesi

Tommiks

Sigara tiryakisi olup da tütün bulamadığınızda sigara içen birini görünce, bir gece yarısı yol ortasında gözüne araba farı tutulmuş bir tavşan gibi şaşkınlık ve heyecan arası bir hisse kapılırsınız. On iki, on beş yaş arası dönemim Tommiks yüzünden aynen böyle geçti. Zira tiryakiliğim Tommiks üzerindendi.

Arkadaş canlısı bir sokak çocuğuydum. Lakin hava kararınca eve arkadaş getirmeme imkȃn yoktu. Tommiks’i keşfetmiştim o ara.. Ağbisi tam bir Tommiks hastası olan bitişik komşumuzun kızı Yasemin’le aramız çok iyiydi. Onların evine gide gele ilk ergenlik dönemimin vazgeçilmez tutkusu haline gelmişti Tommiks.



Fakat, ne ben babamdan bana Tommiks almasını isteyecek kadar cesurdum, ne de babam bana onları alacak kadar anlayışlı ve zengindi. İnsanın anlayışlı olabilecek kadar parası olması ne güzeldir.



Yasemin iyi biriydi. Onu ne zaman görsem otlakçı bir tiryakinin sigara içicisi dostunu gördüğü andaki sevinci kaplardı içimi. Tutku böyle bir şeydi zira.



Gizli saklı bana ağbisinin çizgi romanlarını taşırdı. Bazen sırf onun en yakın arkadaşı olarak kalmam için yapardı bunu bilirdim. Dedim ya, iyi biriydi.

Onların evine ne zaman gitsem Yasemin ve bulunduğum yer aklımdan uçar, evin çatısında muhafaza edilen sandık sandık Tommiks çizgi romanlarının başında unuturdum kendimi. Ta ki Yasemin sabırdan çatlayana kadar.



Mustafa ağbinin, Tommiks’in yeni serilerini almasını ( aslında çatıya atmasını) sabırsızlıkla beklerken zulaya attığım Teksas, Zagor, Örümcek adam, Kaptan Swing gibi çizgi romanlarla gönlümü avuturdum. Avuturdum diyorum çünkü hiç biri Tommiks’in yerini tutmazdı.



Eve girdiğim andan itibaren gözlerim kan çanağına dönünceye kadar Tommiks okurdum. Annemin bu amansız tutkuma müdahalesini önlemek için de Tommiks’i ders kitaplarımın arasına koyar, kendime ders çalışıyor havası verir, herkesin gönlünü ederdim aklımca. Yok, dürüst olayım sırf annemin dırdırından kurtulmak için yapardım bunu.



Kulver Kalesi sadece Tommiks ve arkadaşlarının sığındığı bir yer değildi. Orası benim kötülerden ve kötülüklerden kaçıp sığındığım, güvenli bir dost ortamıydı. Orada kavga gürültü olmaz, herkes ve her şey güven verirdi. Cennet olsa olsa öyle bir yer olabilirdi.

İyiler hep kazanır, kötülerin defteri kulenin dışında dürülür, içeriye sadece kutlamalar veya dünyaya yeni sızmış kötüleri yok etmenin planlarının yapılması için dönülürdü.



Aşkın olmadığı bir tutku olabilir miydi peki. Bu misyonu Suzi üstlenmişti. Tommiks’in sevgilisi Suzi, Kulver Kalesi’nin içinde, pastalar çörekler yaparak ve en güzel elbiselerini giyerek, en masum haliyle karşılardı Tom’u. Her seferinde mutlu biterdi hikȃyeleri.


Gerçi ne vakit Tommiks Suzi’yi öpmeye kalksa, Suzi’nin babası Kulver Kalesi komutanı Albay Brown enselerinde biterdi ama onun o tatlı-sert hali bir Hulusi Kentmen şekerliğindeydi.


Tommiks ve Suzi’nin o delice, masum, tertemiz ve tutkulu aşkı içimde, hayatta böyle bir şeyin olabileceği, olursa dünyanın daha da güzelleşebileceği inancını yeşertmişti. Tommiks kuleden giderken bilirdi ki geride güven duyduğu, onu sadakat ve aşkla bekleyen bir kadın vardı. Bu yüzden bağları bu kadar sağlam ve güçlüydü. Suzi de bilirdi ki Tom, ona gelirken aynı güvenle dönecekti. Aralarındaki bu karşılıklı güven ve aşk onları her seferinde birbirine daha sıkı bağlardı.

Orası korunmuş ve kutsanmış bir yerdi. Kötülerin yok edildiği, iyilerin zafer naraları attığı, her daim dostluğun ve aşkın kazandığı, adaletli ve büyülü bir dünyaydı. Bütün bunlar Tommiks’i benim için vazgeçilmez kılıyordu.


O dönem zihnimde insanları ikiye ayırmıştım. İyiler ve kötüler. İyiler hep kazanır, kaybedenler ise hep kötüler olurdu. Gerçek dünyada, uzun bir dönem böyle inanarak yaşadım. Güçlü ve öfkeli insanların kötü ve kötülükten yana olduğunu, kötülerin hep kazandığını, iyilerin genellikle kaybettiğini, karşımda duran dünyanın hoyrat ve zalim olduğunu, adaletin her zaman bu dünyada tecelli etmediğini zaman içerisinde öğrendim.

Şimdi ise insanları iyi veya kötü gibi keskin isnatlarla tanımlamaktan imtina ediyorum. Bir insan ne tamamıyle iyidir, ne de kötüdür. Bu iyilik ve kötülük hȃli zamana, mekȃna ve kişiye göre değişebilen bir konudur. Ha bir de kimi insanların egosu diğerlerine göre biraz daha şişkindir. İnsanlara olan mesafemi daha çok bu kanal üzerinden ayarlıyorum.



Şimdi o kitapları tekrar elime alsam, Tom’a, Suzi’ye, Konyakçı’ya, Doktor’a acaba aynı gözle bakabilir miyim?

Büyümek diye bir şey olmasaydı, belki. Onlar yine aynı ama ben aynı ben değilim.

Bazı şeyler isteseniz de eskisi gibi olmaz.


Bugün benim için Tommiks; bir zamanlar deli divane olduğunuz, aşkından geceler boyu uyumadığımız, dereler gibi gözyaşı akıttığınız, yani vazgeçilmez sandığınız fakat yıllar sonra geri dönecek olsanız hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bildiğiniz ilk aşkınız gibi, sadece mazide kalan bir dekordan ibaret.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Pazarlık


Ömrünü yirmi yıl geriye saralım, fakat geri kalanından beş yılını alırız deseler misal, ne cevap verirdim acaba?
Günlerdir fellik fellik aradığım bu illet sorunun cevabını halen bulabilmiş değilim.
Stop.

25 Mayıs 2012 Cuma

Yağmurun bile...


Sınıfça yağmurun deli gibi yağışını izliyoruz. Yağmur damlaları önce cama çarpıp narin bir gelin gibi  süzüle süzüle yerçekimine itaat ediyor. Bütün gelinler narindir gibi bir mantık aranmasın burada. Kazulet gibi gelinler gördüm ben. Kendimle ilgili yorum yapamayacağım çünkü gelinlik giymedim. Zaten de mundar.


Yağmur diyordum. Camdan süzülüşünü izlerken Yusuf, “Aaa cam ağlıyor, işte bu da gözyaşları, e ama gözleri yok bunun!” dedi. Çocukla deli aynıdır derdi annem. Haklıymış. 30 deliyle günde altı saat geçirirsen sende de akıl kalmaz. Kınamayalım.


Bu ara işler iyice sarpa sardı yine. Her şey karman çorman. Neyi nereye koyduğumu, kimi nereye koyacağımı bilemiyorum. Senaryoda mantık hatası var gibi.


Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim demiş ya hani, akıllısını unutmuş. O da insan. Unutmuş işte. Bense unutmak istediklerimi bir türlü unutamıyorum. İnsan değilim ben.


Zeki, çevik ve ahlaklı olabilirim ama akıllı değilim. Hatta aptal sayılırım.

Bir insanı sevmek için zeki, çevik ve ahlaklı olması yetmez hem.

Bir insanı sevmek için zeki, çevik ve ahlaklı olması da gerekmez.

Cehennemin dibinden selam ve sevgiler.
Amin.


24 Mayıs 2012 Perşembe

Yazık oldu Mithat'a


Ayda bir uğrar bana. Şehrin arka mahallelerinden birinde oturur. Son gördüğümden beri biraz zayıflamış gördüm onu. Sordum haliyle. Hayrola dedim. Pek hayır sayılmaz dedi.
Normalde şen şakrak, takır takır kahkalar savuran bir insandı. Bir tuhaftı o gün.
Meğer iki yıldır bahçesinde baktığı horozunu komşuları şikayet etmiş, o da başka birine satmak zorunda kalmış Mithat’ı. Mithat'mış adı. Tam iki saat Mithat’ı dinledim. Mithat aşağı, Mithat yukarı.

- Komşuların şikayeti hasıl olunca yapacak başka çarem kalmadı. Aldım Mithat’ı karşıma açık açık konuştum. Gördün mü şu insanları Mithat! Ne adiler bunlar. Kime, ne zararın vardı senin halbuusi? Aşını ekmeğini mi veriyorlardı sanki! Belediyeye kadar üşenmemiş gitmiş haspalar!

Şimdi seni kesmeye götürecekler biliyor musun?
Son cümlem bu oldu. Gözlerimin içine baktı baktı baktı  Mithat...Gözünden bir damla yaş geldi. Allah belamı versin ki gözünden bir damla yaş geldi!
- Ne diyeyim Allah başka keder vermesin şekerim, dedim.
 Yemin ederim ben insan değilim.                                             

Kayışı kopuk yazı



Kafasına göre gidip geleceği bir işi olmalı insanın. Öyle kurulu saat gibi aynı saatte git-gel işleri, gün oluyor zembereğini boşaltıyor insanın.
Ne bileyim yazarlık olur, kahvecilik olur, seyyar satıcılık olur,
olur yani.
Lakin memurluk bünyeye zarar. Geç anladık ayrı mevzu. 
Yine sıkıldım hayattan. Sizi de sıkayım dedim. Öyle kendi kendine sıkıl sıkıl nereye kadar diğ mi ama?

Geçen gün öyle canım sıkıldı öyle canım sıkıldı ki psikiyatre gittim sonunda. Lafladık öyle sağdan soldan. Sonra ben bi başladım ağlamaya... Köpekler gibi. Oysa ne güzel söyleşiyorduk. Doktor şaşırdı tabi. Sakin olun dedim doktora, ben bunu dostlarıma da yapıyorum. Kaldı ki üstüne para vereceğim.  Şimdi iki damla gözyaşının lafını mı edeceksiniz bana. Odada ne peçete var zaten, ne bir bardak su. Allah’ın pintileri!



Baktım iyice telaşlandı “oğlum bak git!” dedim. Karışma da bana, şöyle böğüre böğüre ağlayayım.

Tırstı, taam dedi.

Sonra çıktım gittim. Nereye mi gittim? Ne zaman keyfim kaçsa, Mersin33 tantunicisi var çarşıda, oraya giderim. Tantuni, şalgam ve Zeki Müren. Üçü bir arada gibiler valla. Ne alaka diğ mi? Değil işte. Sabri usta( bizim tantunici) tam bir Zeki Müren hastasıdır. Yedi yİrmi dört Zeki Müren çalar dükkanda.



Zaten ben de pek bir severim Zeki Müren’i. Şalgamı ayrı severim. Hem içtim hem ağladım. İçtim derken tövbee. Şalgamı diyorum.
Hem dinledim hem ağladım. Zeki Müren’i değil, Sabri ağbiyi. Sabri ağbi candır. Bir başladı mı bizim oralardan anlatmaya, dinlemeye doyamazsın. Hem dinledim hem ağladım. Sabri ağbiye ağlamadım, şalgam feci acıydı, dayanamadım ağladım.


Öyle saçma salak bir gündü işte. Sonra çıktım eve döneyim dedim. Baktım yağmur başlamış. Gökyüzüyle birlikte ağlaştık. Damlalarımız birbirine karıştı filan. Böyle nasıl desem, film artizi gibiydim. Ha bir de mayıs yağmurlarında saçları besleyen, uzatan önemli bir şey varmış. Adını bilemedim şimdi. Hayatta ezberlediğim tek terim Fatih Terim'dir. Üzgünken espri de yapamam ben.
Ne diyordum, haa bir şey demiyordum, sadece ağlıyordum.
Saçlarım akılma geldi sonra. Onları kısacık kestirdiğime oturdum ağladım bir de.

Ağlayacak şey hiç yokmuş gibi.


22 Mayıs 2012 Salı

Faranjit aşkına!


 Hem doktorların hem öğretmenlerin hem fikir olduğu bir konu var ki faranjit, bir öğretmen hastalığıdır. Bu ara o naif sesimin, uzay boşluğunda bir travesti edasıyla flu flu salınışı bundandır.

Gelen aramaları açtığımda “anneni versene oğlum!” demelerine biraz bozuluyorum bozulmasına ama serde yazarlık var ve ben üzerime yapışan bu hastalığı, gece gündüz dinlemeden boğazımı amansız pençeleriyle tırmalamasına rağmen, sırf adından dolayı sevimli bulmaktayım.


Faranjit; fonetiğinden dolayı karizmatik bir kelimedir. Bence yani. Daha çok bir roman kahramanının adı gibi gelir bana. Böyle nasıl desem, az serseri, az hayta, biraz da melankolik, çok az da romantik. Fakat kesinlikle beş parasız.


“ Faranjit, gecenin karanlığında hızlı adımlarla ilerlerken nereye gittiğinin önemli olmadığını sadece, ayaklarının götürdüğü yere gitmenin bu saatte yapılacak en iyi iş olabileceğini düşündü. 
Tabakasını çıkardı ceketinin iç cebinden. Geceleri sokakta yalnız başına yürürken, tütünün yalnızlığına eşlik etmesinden keyif alıyordu. Defalarca denemesine rağmen şu naleti bırakamadığına, her kibrit yakışında hayıflanırdı. Hiçbir zaman da hayıflanmaktan bir adım ötesine geçememişti.



Sinüzüt’ü düşündü. Onu ne kadar sevdiğini, çok sevmesine rağmen parasızlık yüzünden kıza uzun zamandır bir çiçek bile alamadığını hatırladı. Neyse ki, Sinü'nün ( yan yanayken ona böyle hitap ederdi: Benim tatlı Sinü'm) böyle şeylere ehemmiyet vermediğini bilirdi. Onu bu yüzden çok aşırı fazla severdi.

Geçen gece birlikte o kalabalık sokakta yürürken, Sinüzüt’ün yağmurdan ıslanmış saçlarını bir anda kaldırıp ensesinden aniden öpüşünü, kızı bu hareketiyle nasıl mest ettiğini geçirdi aklından. Sinü, kendisine şaşkın şaşkın bakarken, ona " Bu, eski bir eskimo büyüsüdür bebeğim. Öptüğün kızı köleleştirir!" dediğini de.

Her zamanki hınzır haliyle gülümsedi. Bu hareketiyle kızın gönlünü fethetmişti. Her şey para pul değildi. Zaten bir kadının kalbinde taht kurmak, öyle pahalı şeylerle, lüks hediyelerle falan olacak kadar ucuz bir iş de değildi. Onlar romantik adamları severlerdi.
En azından sevgilisi Sinü, öyleydi…”

Gibi.

18 Mayıs 2012 Cuma

Elde var 1



Elde var 1’in,  hali vakti yerinde gibi görünse de aslında hüzünlü bir yanı vardır.
Nerede görsem elimi omzuna atayım, saçlarını okşayayım,
Piyer Loti’ de oturup birlikte bir bardak demli çay içeyim isterim.
Demli çay sever miyim peki,
Hayır.
Bazen bir şeyi dilemek, olmasından daha güzeldir.
Piyer Loti’yi hiç gördün mü diye sor,
Yok görmedim.
Görmediğim şeylerin varlığına, birliğine ve güzelliğine gönülden şehȃdet ederim.

Bazen o kadar acırım ki;
Elinden tutup eve getiresim,
Önüne bir kap sıcak çorba koyasım,
Ardından bir demlik siyah çay demleyesim, 
Çekirdek çitlerken televizyondaki aptal dizileri seyredesim,
Gözlerine bakarak dizideki saçmalıkları yorumlayasım,
Ardından en sevdiğim yazarın en sevdiğim kitabının en sevdiğim bölümünü bağıra bağıra okuyasım,
Sonra beline sarılıp balkondaki salıncağa götüresim,
Dizlerine uzanasım,
Gökyüzündeki yıldızları saydırasım,
Kutup yıldızını buldurasım,
Kayan bir yıldızın kuyruğuna tutunasım,
Onu da peşime takasım,
Gökyüzüne çıkasım,
Dünyadaki seyrimize bakasım gelir.

Elde var 1 sonuçta.
Onunki de can.




Araba sevdası

Sahip olduğu eşyaya tapan insanlar görüyorum.
Mesela arabasına.
Bir insana verilebilecek değerden çok daha fazlasını verebiliyorlar.
Arabasına gösterdiği merhametin, onda birini kendi çocuğa göstermez misal.
Arabasına dokunduğu gibi dokunmaz eşine dostuna.
Sorsan bir hakperestten daha haklı, ateşperestten daha ateşlidir arabasında.
Kalbinde zerre kibir olan cennet yüzü göremeyecektir demiyor muydu oysa?
İnsanın kendine verdiği değerden ziyade, bencilliği ile alakalı bir durum.
Daha çok, sevmeyi unutmuş, hissizleşmiş, üzerine beton dökülmüş gibi yaşayan insanlara özgüdür bu.
Böyle insanları gördükçe hayatı her zamankinden çok seviyorum.
İnsanlara milyon defa şans vermem belki bu yüzdendir.
Ama arabaları sevmiyorum.
Benim için, insanların bencilliğini ve ruhsuzluğunu hatırlatmaktan başka bir işe yaramıyor zira.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Glup glup


Öyle herkes gibi prensipli bir insan sayılmam. Prensip dediğimiz şey takıntıların daha janjanlı söylenişi değil de nedir? Hiç.

Arşimed’in prensibine de bu sebepten içten içe isyan etmişimdir. 
Serap yüzme kursuna başlarken sen de katıl diye tutturdu geçen. Bırak Allasen dedim, bu yaştan sonra olimpiyatlara katılacak değilim.
E ama spor?
Spor yapmaktan nefret ederim. İhtiyaç duymasam yürümem bile. Mavi kapak toplayışım bundandır. Tekerlekli sandalyenin dayanılmaz bir cazibesi vardır bende.
Hem ne zaman suyun kollarına bıraksam kendimi istisnasız batıyorum. Bu yüzden suyla olan ilişkimi deniz seviyesine indirdim. Hatta mümkünse kıyıdan kıyıdan...


23A kafa yapar


Ne zaman 23A’yı kaçırsam hüzünlenirim. Her ne kadar onunla her gezimizde beynim patlıcan ezmesi kıvamına gelmiş olsa da, aramızda Stokholm sendromu türünden bir ilişki olduğuna inanırım. Onun ardından her bakışımda içim burkulur çünkü.

Psikoloji biliminin en önemli tespitlerinden biridir Kübler –Ross Modeli. Genellikle acı ölümlerin ve kayıpların ardından kaçınılmazdır. “Ölüm hak miras helal, her nefis ölümü tadıcıdır” der geçerim bu konuda. Ama 23A’ da öyle mi?



Bu süreçte 1.aşama inkardır. Zaten de her seferinde başımı döndürüp midemi bulandırıyordu. Hem konserve gibi ne o öyle, ığğykk! 

2. aşama öfkedir: Bugüne kadar halen bir araba alamadım ya Allah belamı versin benim. Ama yok, yılda yüzde 3 zam veren hükümete oy verende kabahat! Hükümetin ne suçu var şimdi Allasen. Adamın dediği gibi, yıllardır tütüne harcadığım parayı biriktirseydim şimdiye bir Vitaram olmuştu bile! 
Bu aşama en çetin olanıdır.

3. aşama pazarlıktır: Ara sokaktan koşarsam bir sonraki durakta yakalayabilirim. Aman bee, az aşağı yürüsem iki dolmuşla gideceğim yere varırım zaten. Ne yani atla deve mi?

4. aşama üzüntüdür: Gitti canım otobüs! Göz göre göre kaçırdım! Nasıl da pis pis sırıtıyordu adi şoför. Tuuu! Yazıklar olsun.

5. aşama kabullenmedir:( Bu aşama en ferah dönemdir )
Binseydim başıma çok kötü bir şey gelecekti belki. Sevmediğim biriyle karşılaşacaktım misal.
Hem ne malum eşkiyaların önümüzü kesmeyeceği, diiğ mi ama?
Hafazanallah! Kesinlikle bir hayır vardır.

Yazıdan da anlaşılacağı gibi 23A kafa yapar sevgili okur.

Gider misin lütfen



Gelirken iyidir de, gitmek zordur.
Tek başına gelir, kalabalık gidersin.
Gidenlerin ardından ağıtlar yakılıp, zılgıtlar çekilmesi bundandır.
Gitmek en zorudur.
Bir valiz anı, demlenmiş öfkeler, yığınla acı, yıllarca bir türlü bırakıp da gidemediğin ne varsa ayrı bir yerde istiflenmiştir.
Seni bekleyen yeni yalnız günlerinde, katık olacaktır ayırdıkların.
Bir de yanına dostunu düşmanını alırsın giderken.
Gitmek zordur ve o zor olan günde kim dost kim düşman asitle baz gibi ayrılır.
Turnusol kâğıdı gibidir gitmek.
Gitmeye kalktığında, oyuncu değişikliği kadar seyirci değişikliği de kaçınılmazdır.
Kimin nerede duracağını görmüş olursun giderken.
Kalmak en kolayıdır.
Gitmeyi zor bilene ölüm, düğün bayramdır.




Gözlük - yazar ilişkisi


Yazar Calvino'nun "Bir miyobun hikayesi" pek bir meşhurdur. Hikayenin kahramanı tıpkı benim gibi bir miyoptur. Yıllar geçmesine rağmen ilk aşkını unutamamış, sırf onu yeniden görmek umuduyla, günün birinde memleketine gitmeye karar vermiştir. Yalnız miyop olmasına rağmen hiç gözlük kullanmamıştır. Kasabaya giderken sevdiği kızı tanıyabilmek umuduyla bir gözlük satın alır ve gençliğinin geçtiği sokaklarda dolaşmaya başlar.

Yolda karşılaştığı öğretmeni onu tanımaz, gözlüklerini çıkarınca tanır.
Sevdiği kızın da tıpkı hocası gibi onu tanımayacağını düşünür ve gözlüksüz dolaşmaya karar verir.Bu defa da o kimseyi tanımaz. Hikaye bu şekilde ilerler.

Hikayedeki miyop gibi, gözlüklü günlerime geri döndüm ben de. E çimen yeşili lenslerimin liğme liğme olduğunu görünce tasarruf da bir yere kadar dedim. 

Gözlüklerin beni daha yaşlı göstereceğini düşündüğümden, başlarda biraz tırsıyordum açıkçası. Her kadın gibi benim de sayısal ve estetik kaygılarım vardı zira.

Neyse işte, velhasıl kelam gittim kendiciğime entel dantel bir gözlük aldım.
Meğer gözlük bir yazar aksesuarıymış da haberim yokmuş. Bundan böyle başımın üstünde yeri var kendilerinin.


Herkesler, böyle tam yazar olmuşsun bak şimdi deyince, anladım ki tam yazar olmak için canımı dişime takarak, gözlerimin feri gidene kadar çalışıp kitap yazmama hacet yokmuş.

Yalnız biri “Aaa! Elif Şafak gibi olmuşun vallahi de billahi de” deyince gece yarısı yolun ortasında gözlerine araba farı tutulmuş tavşan kadar şaşırdım.

Ne bileyim daha evvel Bir Tolstoy’a, bir Dostoyevski’ye benzetildiğim çok olmuştur ama Elif Şafak’a benzetilince eşekten düşmüş masum bir karpuz gibi hissettim kendimi.
Yazmaktan soğudum yeminle.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Süper Mario


Güzel rüyalar gördüğüm zamanlar vardı. Kötü rüyalar görmediğim geceler kadar çoktu bunlar. Eskiden tabi. Hani şu devenin tellal, pirenin berber olduğu yıllar.

Sağlıklı bir insan, uykusunun üçüncü dördüncü evresine vardığında, ben daha uyumamış oluyorum misal.
Gözlerim kapalı, süper Mario gibi zihnimde oradan oraya atlayıp duruyorum.

Bu yüzden başını yastığa koymasıyla uykuya dalma mesafesi, takriben on saniye olan insanlarla arama mesafe koydum.
Tamam kabul ediyorum benim durumum da pek normal sayılmayabilir, lâkin on saniyede uykuya geçen de bizden değildir arkadaşım!

Yani insan evladı dediğin, şöyle bir uzanır önce yatağa, hiçbir şey düşünmese bile "Bugün Allah için ne yaptın lağğn" gibi bir iki tane alengirli soru sormaz mı kendine?
Bence bu tip insanlar kendisiyle ve toplumla barışık insanlar değildir.
Hatta insan bile değildir.

İz




İnsanlığın en büyük rüyası ölümsüzlüktür. 
Çoğumuz dünyaya bir dizi çocuklar getirerek, ismimizin yeryüzünden silinmeyeceğine inanır, yüksek egolarımızı bu şekilde tıka basa doyurmuş oluruz.




Bu sayede çocuklarımız benliklerimizin birer uzantısı olarak yaşamlarını sürdürürler.
Farkındayım, bu gece biraz fazla acımasızım.

Çocuk sahibi olmayı dilemek, bana kalırsa hayatın en büyük bencilliğidir. Sosyal, global, dini, uhrevi veya manevi güdülerle çocuk sahibi olanlar da vardır elbette. Sözüm onlara değil.

“Ölmeden evvel bu dünyaya bir kitap bırakmak istiyorum” derken, gözlerinin ışıldaması bu yüzdendi. Aile kurmak ve anne baba olmanın dayanılmaz ağırlığı…
Hayır, bunların hiç biri onun bünyesine uygun değildi. Kaçımızın uygundu gerçi. Tek fark o bunun farkındaydı sadece.

Onu çok iyi tanıyordum. Türkçe’yi onun kadar iyi kullanan, bir o kadar entelektüel, zekâsı kadar kalemi de keskin ve kıvrak birinin, kendi adıyla sanıyla bu nalet dünyaya bir kitap bırakma arzusu, bence bütün insanlık için sadece bir lütuf sayılabilirdi.

“Bir aile kuracak, çoluk çocuk sahibi olacak yapıya sahip değilim. Yalnız bir kitap yazmadan da ölmek istemiyorum açıkçası”

Bu cümle ile çarpılmıştım. Kaçımız, evvelinde bu sorguyu yaptık kendimizde? Bazen sırf sosyal baskılardan sıyrılmak için doğurulmuş, içimizden fışkıran anne baba olma sevdası yüzünden doğmuş; yığınla ortalıkta sürünen mutsuz, şımarık, düşük özgüvenli veya memnuniyetsiz çocuk silsilesini görünce, insanlığın bu iz bırakma işini biraz fazla abarttığını düşünüyorum.

Bilmiyorum. Eskiden bildiğim her şeyin şimdi bir hiç olduğunu bilmek bir yana, bir zamanlar çok arzu ettiğim ama artık pek umursamadığım, bir gün her şey ve hepimiz gibi yok olup gidecek olan dünyaya bir kitap bırakma hayalimi, neden bilgisayarımdaki “ertelediklerim” dosyasına kaydetmiş olduğumu dahi bilmiyorum bugün.


Ölü karınca kokusu

 Kolalı gömleği, şık kol düğmeleri ve elinde siyah bastonuyla hayli babacan görünmüştü gözüme.

Bana, içerisinin dışarıdan daha güvenli olabileceğini uzun uzun anlatınca bir anda ikna oldum. Zaten bende her şey, oldum olası bir anda olur. Dünyayı hiçbir zman önemli bir yer olarak görmedim. Ciddiye alınmayan insanlara mahsus hırçınlıklarını, bu yüzden yapıyor olmalıydı bana.

Adamın elinden tuttum ve birlikte içeriye girdik. Rengârenk döşemeli bir kanepe vardı pencerenin önünde. Bir zamanlar babaannem, farklı desenli kumaşları aynı ebatlarda keser, diker, adına da kırk yama derdi. Kanepenin döşemesi beni babaanneme götürdü. Babaannemim aslında iyi bir insan olduğunu düşündüm. Sessizce içeriye geçip oturdum.

Yaşlı adamın gür sesi kulağımda zınladı. Elini yüzünü yıkamalısın. İyi de buna ne gerek vardı şimdi. Zaten az sonra içeriden sıkılıp tekrar dışarı çıkacaktım. Elim yüzüm yine kir pas içinde kalacaktı. Boşu boşuna su müsrifliğinin hele de küre bu kadar ısınmışken, bok yemenin Arapçası değil de neydi bu şimdi?

Banyoya girdim, suyu boşu boşuna akıtmaya başladım. Elimi yüzümü yıkamamakta kararlıydım. Annem, bu inadım yüzümden hayat boyu iflah olmayacağımı söylerdi.
İçeri geçip kırk yamalı kanepeye oturdum. Siyah bastonlu adam buradan asla kalkmamam gerektiğini tembihlerken bastonunu ağzından çıkan her kelimeye vokal yapsın diye sertçe yere vuruyordu.
Gözlerimi “olur” manasında kapatıp açtım.

İlk birkaç gün sıkılmadan öylece oturdum. Üçüncü günden sonra feci halde bunalmaya başladım. Dördüncü günden itibaren yaşlı moruğun güçlü elleri, benim çocuk boğazıma yapışmışcasına, hırıltıyla nefes alıp veriyordum. Başlarda boğuluyormuş gibi olsam da, aslında bunun insanı öldürmeyeceğini, bu şekilde yaşamın pekala sürebileceğini sonra sonra öğrendim.
Bu dediğim vaziyet devam ederken birkaç kez yerimden kalkmaya teşebbüs ettim. Fakat ihtiyarın üstüme dikilen belermiş gözlerini fark edince, kuyruğumu bacaklarımın arasına kıstırıp tekrar kırk yamanın üstüne oturdum.

Baktım bir gün bir yıl gibi geçmeye başlamış, bakışlarımı camdan görünen, müziği duymuş Arap bir rakkasın beli gibi kıvrılıp duran yola çevirdim. Bu yol nerede biter gibisinden çocukça sorularla dikkatimi kendimden uzaklaştırmayı denedim.
Eskiden beri bana, dikkatimin dağınık olduğunu söyleyen insanlara hakkımı asla helal etmiyorum. Dikkatim o kadar derli topludur ki, herhangi bir noktaya odaklandığım zaman başka hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Bu yüzden o an nerede ne yapıyor olduğumdan ziyade sokakta akan hayatı düşünmekteydim.

Sokak diyordum, ne güzeldi. Cıvıl cıvıl oynaşan, dert tasa bilmez çocuklar için tıpkı bir ana rahmi gibiydi. Sımsıkı kavrayan, koruyan ve doyurucuydu.
Sokağın ruhumda ılık esintiler bırakan sesini duyunca o an koşarak camdan dışarı atlamak istedim. 


Allahım! Ayaklarımın altında, üstüde bacaklarıma doğru tırmanmaya çalışan binlerce belki de milyon tane karınca görüyordum.
Adım atsam hepsi birden telef olacaktı yazık! Bir an cama doğru koştuğumu, tüm karıncaları acımasızca ezdiğimi, yerlerin kan revan içinde kaldığını hayal ettim. Odayı kesif bir ölü karınca kokusu sarmıştı. Biraz şekerimsi, biraz tuzlu bir kokuydu.
Az da kekremsi.

Yere çöküp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ölü karıncaların kokusu beynimde afyon etkisi yapmış olmalıydı ki, camdan atlamaktan vazgeçip kanepeye geçtim.

Bunları düşünürken vakit hayli ilerlemiş, toprak ana güneşin son dilimini yutuvermişti.
Karanlık çökünce karıncalar ayak altından, çocuklar sokaktan çekilirken, ihtiyarın içeriden aslan kükremesini andıran horultusu evi sarsıyordu.
Camdan dışarı baktığımda sokak, aynı sokaktı. Beni bekliyordu. Fakat bu defa uzay boşluğu kadar ürkütücü, ölüm gibi sessiz, soğuk ve zifiri.

Ayaklarımın altından karıncaların,  odadan moruğun pis nefesinin, gökyüzünden güneşin, yeryüzünden çocuk seslerinin çekilmesi ile, canımın bedenimden kopması aynı saatlere denk gelmişti.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Kırk bir kere maşallah!

Babaanneme sorsan yetmiş, hadi taş çatlasın yetmiş beş yaşında. Gerçi Nebahat Çehre için yaşsız kadın diyorlar ama o diyenlerin hiç biri tanımaz babaannemi. Tanısalar, kime ne diyeceklerini bilirlerdi zaar.
Babaannem benim nazarımda tam bir ihtisas konusudur. Bilim adamları, sonracığıma sosyologlar, pzikoloklar neyim hepsi gaflet uykusunda. Gelin birlik olun, şu kadıncağızın genlerini, sinir hücrelerini ne varsa işte, Allah için bir inceleyin. Bakın Allah’ın adını verdim.

Yüze merdiven dayamış ama yaşama zevki desen onda, gezme aşkı onda, mizaha bayılır bir de. Gam keder hak getire. Öyle tadını kaçıran kavramların hiç birini almaz kamusuna. Vallahi de billahi de abartıyorsam ekmek Mushaf çarpsın.
Şair demiş ya hani mutluluğun kahvaltıyla bir alakası olduğunu düşünüyorum filan, uzun yaşamanın sırlarının babaannemde olduğunu düşünüyorum ben de. Yok bu  cümlede bir mantık aramayın şimdi. Aklıma geldi öylesine yazdım.
Geçen gün ablama kahve falı baktırmaya gitmiş misal. 95 üstü bir kadından bahsediyorum burada. Yani üst metni okumadan atlaya zıplaya bu paragrafı okuyorsanız hani. Ablam da kadıncağızın gönlü hoş olsun diye, sallamış iki üç kelam. Bir de duydum ki milli piyango bileti alıyormuş arada.

Demek ki neymiş, ruh yaşlanmıyormuş. Kırk bile olmadan hayattan elini eteğini çeken insanlar tanıyorum ben.
Bırak başkalarını, ne zaman umutsuzluğa kapılsam babaannem gelir aklıma. Anında yükselir moralim. Zıpkın gibi oluveririm. Allah herkese babaannemin ruhundan bir gıdım üflese, dünyadaki bütün psikoloji uzmanları aç kalır aç.

En son geçen yaz gittim ziyaretine. Eski bir fotoğraf geçmişti elime. Elli sene evvel kaybettiği kocasıyla birlikte çektirmişler. Saçları uzun örgülü filan. Uzattım resmi, 3 saniye baktı ve “saçlarım da pek güzelmiş o zamanlar” dedi sadece. Babaanne dedeme baktın mı doğru söyle dedim. Aaaa, deden de mi vardı o fotoğrafta ver bakayım” demez mi?

Haaa, dedim. Çözdüm ben şifreyi. Kasımpaşalı bu kadın!
Bu iş genlerle falan olacak iş değil arkadaş! Bu dünyada on yıl daha ya yaşarım ya yaşamam. Ota boka her şeye takarım çünkü. Öyle monte etmiş yaradan.


Son olarak, babaannem doğduğu günden beri, yılın yedi ayını Torosların yaylalarında, etrafına çam ağaçları ve meyve bahçelerinin hakim olduğu iki katlı evinde geçirir. Mesajı alanlar bir adım öne çıksın şimdi.

13 Mayıs 2012 Pazar

Annem'e

Bazen çok kısa bir zamanda bile atılabilir kocaman dostlukların temelleri. Serap diyorum, candır canandır.

E malum anneler günüydü bugün. Annesiz bir anneler günü salya sümük olmadan atlanmaz.
Serap’la geçireceğimiz ilk anneler günümüzdü bu. Aradı, hazırlan anneme gidiyoruz dedi. Günler öncesinden hazırladığım hediyemi de alarak dışarı çıktım.
Arabasına atladığımız gibi annesinin evinde almıştık soluğu.

Anne bizi kapıda güler yüzüyle karşıladı. Sarıldı, öptü, kokladı.
Annemin hayatta olmadığını bildiğinden, bugünü badiresiz atlatabilmem için tahmin edilebilir bir endişe vardı üzerinde.
Sürekli "ben de senin annen sayılırım, ne zaman istersen gel, neye ihtiyacın olursa bu kapı sana açık" gibi tekrarlarla kendimi iyi hissetmemi sağlamaya çalışıyordu.

Bir ara Serap annesini öptü yanımda. Anne o kadar naif, o kadar ince fikirliydi ki ona doğru eğilerek ve sessizce “Şimdi sırası mı” dedi. Bu tip bir davranışın öksüzlüğümün altını çizeceğini düşünmüş olmalıydı. Sırf o bunu düşünmesin diye yapay ama şen bir kahkaha attım.
Ne diye üzülsündü. Bir tek annesiz ben miydim şu koca dünyada? Ama orada annesiz olan bendim.
Yine de çok şık bir hareketti.

Havayı değiştirmek için kalkıp hediyemi sundum. Çok mutlandı anne. Şefkat dolu bakışlarla iki eliyle saçlarımdan başlayarak tüm yüzümü küçük bir çocukmuşum gibi usul usul sıvazladı.
O elin dokunuşları,  şifa dağıttığına inanılan bir şeyhin, müridinin sırtını sıvazlaması kadar huzur vericiydi. Gözlerimi kapattım, saçlarımda ve yüzümde gezinen ellerin anneme ait olduğunu düşündüm.

Birkaç saniyelik de olsa geçmişin o huzurlu ara sokaklarında dolaştım.

Zaman, beni beklediğini kulaklarıma fısıldarken ışık hızıyla annemle vedalaşıp, soğumaya yüz tutmuş çayımdan bir yudum aldım.