5 Ocak 2013 Cumartesi

LA

Develer tellal, pireler berber iken, ben Karadeniz'in bir dağ köyünde yazları tüm ev halkı çay bahçesine çay toplamaya gitmiş iken, gündüzleri kuzinenin ateşini harlar dururdum. Çünkü akşam o eve yorgun argın, aç bilaç gelecek olan on beş kadar kişinin taze ekmek ve sıcak bir tas çorba bulabilmeleri için tek umutları bendim.
Sorumluluk duygumun az gelişmiş olduğuna dair inancımı o yıllarda yitirmiştim zira. Tüm gün kalabalık bir ailenin gündelik işlerini yapmaktan it gibi yoruluyor olduğumdan, gün batar batmaz sızıyordum.
Bir sabah uyandığımda yataktan kalkmakla kalkmamak arasında şeytanla boğuşurken, birden koluma büyük harflerle yazılmış "LA" yazısına gözlerim kilitlendi. Doğruldum, gözlerimi ovaladım, tekrar baktım. Basbayağı dirseğimle bileğimin tam ortasında "LA" yazıyordu. Yalnız bu yazı kalem veya dövme yazısı filan değildi.
Kendime bir çimdik atıp, bunun bir rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu anlamayı denedim. Boşunaydı. Yataktan kalkıp elimi yüzümü yıkamaya gittim. Kolumdaki yazıyı dakikalarca yıkadım durdum. Öylece duruyordu.
Önce birilerine gösterip delirip delirmediğime kanaat getirmek istedim. Hayır hayır bu çok aptalcaydı. Tabi ya! Bu bana bir işaretti. Allah beni bu şekilde uyarmak istemişti. Hayatımda ters giden bir şeyler vardı ve ben Allah'a her geçen gün biraz daha uzak duruyordum. Belki de onun yerine bilmeden başka putlar tercih etmiştim ve bütün bunlara "la" demenin zamanı gelmişti. Kendimi toparlamam için bu olsa olsa bir işaretti.
Aradan iki gün geçmişti ve ben bu yazının manasını tam olarak çözmüş değildim. Kafayı yememe ramak kalmıştı. Acaba çok mu günahkar bir kuldum? Aslında fena bir kul sayılmazdım. kimsenin tavuğuna "kışşş" demezdim. İyi biriydim. Halen de öyleyim.
Yani haşa, tövbe - sümme haşa ben Tanrı olsam misal, misal diyorum, hiç düşünmeden cennetime alabileceğim kullardan biriydim. Peki neydi şimdi Tanrı'nın benimle alıp veremediği?
Kuzinenin başında, iskemleye oturmuş, bir yandan ateşi harlayıp bir yandan pişen yemeği karıştırırken, başıma gelen bu olayın boyutlarını düşünüyordum. Birden gözümün önümde duran kuzinenin borusuna bakarken buldum kendimi. Daha doğrusu borunun üzerinde yazan, kuzinenin imalat şirketinin adına. "CEM METAL"
Birkaç gün evvel kuzinenin arka tarafında duran odunluktan çalıları taşırken boruya çarpmıştım ve kolumda yanma hissetmiştim.
Böylece "METAL" yazan kısmın son iki harfi aynen (yani doğal olarak ters) koluma baskı halinde çıkmıştı. Kahkalarla gülüyordum. Ev halkı koşarak yanıma gelmiş, birbirlerine şaşkınca bakıyorlardı. İçlerinden biri "E dedim ben size ama, şehirli kıza bu kadar yüklenilmez diye!" dedi.
Hayat çok garip cidden.

4 Ocak 2013 Cuma

İstanbul

Babam kamyon şoförüydü. Günlerce, hatta haftalarca eve uğramadığı olurdu. Çocukken babamı ne zaman özlesem, anneme "Babam İstanbul'a mı gitti yine?" diye sorardım. Çünkü Çukurova'da bir çocuk için uzaklığın en derin anlamı tek bir kelimeydi. İstanbul.
Komşularımıza İstanbul'dan misafirleri gelse, onları meraklı gözlerle uzaylı görmüş gibi seyre dalardık. Ancak kazık kadar olduğumda İstanbul'u gör...ebilmiştim. Yani bir yıl kadar evvel. Soğuk bir aralık akşamında buz keserken havayı, harikulade bir şehirde, güzel insanların gülüşüyle ısınmıştım. Hayal edemediğim kadar muhteşem bir güzellikle karşılaştığımda orada yaşayan insanların gerçekten de ayrıcalıklı ve Tanrı tarafından iyi hallerinden dolayı bu şekilde ödüllendirilmiş olabileceklerini düşündüm. İstanbul'u iki, bilemedin üç kez gördüm. Doyulur mu bilmem o güzelliğe ama ben ölmeden evvel bir kaç kez daha görmek istiyorum. Galata'ya bir kez daha çıkmak, Boğaz'ın gerdanından bir kez daha öpmek, İstiklal'de o ışıl ışıl parlayan lambaların altında tekrar tekrar yürümek, Eminönü'nde yine balık-ekmek yemek, Piyer Loti'den bir kez daha aşkla bakmaK derdindeyim. Demem o ki; ömrümün kalan kısmında öyle çok büyük hayallerim yok. Ne ölmeden önce okunacak 100 kitap, ne izlenesi 100 film. Sadece İstanbul. Ölmeden bir kaç defa daha İstanbul...

1 Ocak 2013 Salı

Süt ve kurabiye

Geçen gün epey bi rahatsızdım. Komşularım duymuş, geçmiş olsuna geldiler. Bitişik komşum Necla Hanım, ziyaretime süt ve kurabiyelerle gelmiş. Süt ve kurabiyeyi görünce ağlamaya başladım. Komşum da şaşırdı haliyle. Annemi özlediğimi, gurbet ellerde garipliğime filan ağladığımı sanmış olmalı ki, sözleriyle bir yandan beni teselli etmeye çalışıyordu. Şimdi ben nasıl anlatacaktım ona Sylvia' ı, ölüme gideken çocuklarının başucuna süt ve kurabiye ile birlikte "beni affedin" yazılı bir not bıraktığını. Anlatamadım. Sadece ağladım.

Vasiyetimdir

Dün gece çocuklarımı topladım: Hele gelin yamacıma, vasiyetimi açıklıyorum, dedim. "Sahip olduğum bütün mal varlığım bir ev ve araba. Hepinizi çok seviyorum sevmesine de, size bir bok bırakacağımı sanıyorsanız aldanırsınız. Şimdi okuyup meslek sahibi mi olursunuz, limon mu satarsınız o sizin bileceğiniz iş. Babamdan bana hiçbi şe kalmadı. Ne yaptıysam dişimle tırnağımla yaptım. Ölmeden evvel neyim var neyim yok satıp yemeyi düşünüyorum. Sonra kalkıp bana (Ben bilmiyordum, haçan ben ne edeceğum, duymadiydum) falan demeyin. Şimdi dağılabilirsiniz" dedim, iyi dedim.