27 Nisan 2012 Cuma

10 dakkaya dönecem

Öldüğümüzde bize bir şans daha verseler misal; sadece on dakikan var.
Git, gör ve gel deseler. Aklınıza gelen bir isim yoksa, boşuna yaşıyormuşsunuz gibi bir hisse kapılmanız gayet insani bence.

Menekşe

Canına yandığımın dünyasında içimi dökebileceğim bir menekşem bile yok. Alt komşunun penceresinde mor, sarı menekşeler sıra sıra dizilmişler. Menekşelerin çok önemli sırlar taşıdığına inanırım. Fekat belki onlar da kendilerine yüklenen bu misyondan çok da memnun değillerdir. Sonuçta kimse onlara beni dinler misin, benimle yaşar mısın diye sormuyor. Bu bana çok acımasızca geliyor. Gereksiz bir empati işte. Ne zaman kafam karışsa, kendimi abuk sabuk şeylerin yerine koyarım.
Konunun, kendimi hayatın içinde uygun bir yere koyamamış olmamla uzaktan veya yakından bir ilgisi yok yalnız.

Biline.

Metrobüs aşkına!

İstanbul'da metrobüsle Çengelköy'e doğru giderken, Arzu ilen hemen ön koltukta oturan çiftin konuşmalarına bilerek ve isteyerek kulak misafiri olduk. Yeni kaynaşmaya başladıkları her hallerinden belli olan çiftlerden erkek olan kadına sordu: Tatlım hayvan sever misin sen? Daha doğrusu çok sevdiğin bir hayvan var mı?

Kadın güzel olduğu kadar hazırcevaptı da: Ben öküz severim hayatım. Seni niye bu kadar çok seviyorum sanıyorsun aşkımmm"
Öylece sarıldılar birbirlerine.
 İstanbulluların cilveleşmeleri bile bir tuhaf ayol.

Alo 171 buyrun ben Neriman

171 alo sigara bıraktırma hattını aradım. Nerimanmış adı. Neriman'ın bana ilk söylediği şey; "Nilgün hanımcım, sigara içemediğiniz ortamlarda olabildiğince uzun süre kalmanız gerekiyor. Yapmanız gereken ilk plan bu..."


"İyi de Nerimancım, beni bunaltanların hepsi zaten dumansız hava sahasında toplaşmış. Olabildiğince orada kalayım, sonra oradan sokağa çıkıp yoldan geçen ilk kamyonun altına mı atayım kendimi?
Neyin peşindesin sen Neriman?

6 saat sonra.....


Saat 17’ ye doğru yani mesai bitmeden alo 171 Neriman’ı tekrar aradım. “Kız Neriman sadece altı saat dayanabildim, sonra kalktım bir yazı yazayım dedim, o sırada tütünü elimde buldum.
“Olmaz şekerim olmaz “dedi Neriman. Bak ben on yıl çok sıkı içtim. Sonra küt diye bıraktım. Sahi nerede yazıyorsun sen” diye sordu.
Bilog milog şu site bu site bir iki link verdim Neriman’a. Biraz göz atmış olmalı ...ki, cep telefonunu verdi akşama ara beni dedi. Neyse az evvel aradım Neriman’ı. Birkaç yazımı okumuş. İltifatlar falan neyse geçtik bu bölümü, derken ben ona sigarayı nasıl küt diye bıraktığını sordum. Başladı anlatmaya, başından öyle acıklı hikayeler geçmiş ki garibin, hep anlattı hem salya sümük ağladı. İpne bir kocam vardı, hayatı zehretti bana diye bi başladı, kafam bi milyon şu an valla.
Sonra üzme kendini kızım ya, yaşanmış geçmiş bitmiş işte, Yap şöyle kendine bol köpüklü bir Türk kahvesi, yak sigaranı da ohhh.. bak nasıl iyi gelecek sana falan dedim. Tamam, dedi. Son bıraktığı paketi hatırasına atmamış
meğer. Balkona çıkayım ben biraz dedi. Öyle kapattık telefonu. Zor zor, hayat zor valla.

3 Nisan 2012 Salı

Yağ Yağmur yağ, içimize de yağ




Simsiyah saçları enseden başlayan örgüsüyle beline kadar iniyordu. Zeytin karası gözleri koyu esmer teninde nasıl da güzeldi.

Ellerini ceplerine sokmuş, okul bahçe duvarının kenarından tek başına yürüyordu. Yüzünde mutsuz bir ifade hâkimdi. Bildiğin mutsuzdu.

Büyüklerin mutsuzluğu ne kadar katlanılabilir ve çözümsüzse, çocuklarınki bunun aksine bir o kadar çözülebilir bir yapıya sahiptir. Tek yapmanız gereken onunla bakışlarınızı aynı seviyede eşitlemektir.


O an kafamın içi patlıcan ezmesi kıvamında olduğundan hadisenin akış sırasını pek hatırlamıyorum ama sanırım önce birkaç kız öğrenci ona doğru yaklaşıp “Kız! Bizimle ip atlar mısın?” diye seslendi.

Kendinden emin bir ses tonuyla, bir yandan elleri cebinde yürümeye devam ederken, sert yüz ifadesini bozmadan keskin bir “hayır” çıkmıştı ağzından.

Kızlar hiç ısrar etmedi. Işık hızıyla kendi dünyalarına dönerek ip atlamaya devam ettiler.

Bahçe nöbetim boyunca onları sessizce izlemek, bir Türk filminin en can alıcı sahnesine çakılıp kalmak gibiydi.


“Hey, küçük hanım!” diyerek yanıma çağırdım onu. Hiç itiraz etmeden seri adımlarla geldi.

-Neden yalnız dolaşıyorsun sen?

-Çünkü hiç arkadaşım yok.

“O halde acilen bir arkadaş bulmalıyız sana” dediğimde bir buket gül serpilmişti yüzüne.

Başını salladı.

-İçimden bir ses senin bu okula yeni geldiğini söylüyor.

Gülümsedi.

-Evet, yeni geldim.

Ellerini tutarak onunla konuşmaya devam ettim:

-     İçimdeki ses bir şey daha söylüyor bilmek ister misin?

Neşesi giderek artıyordu. Belli ki devam etmemi istiyordu.

-Hımmm. İçimdeki ses bu okula yeni geldiğin için henüz arkadaş bulamadığını, şayet birkaç oyun arkadaşı bulursan can sıkıntının geçeceğini söylüyor. Doğru mu?

- Doğru.

Daha fazla bir şey konuşmadan el ele tutuşarak az evvel ona birlikte ip atlamayı teklif eden çocukların yanına gittik.

-Kızlar, arkadaşınız okulumuza yeni gelmiş. Hadi ona ne kadar misafirperver olduğumuzu gösterelim, ne dersiniz?

Çocuklar ne demek istediğimi o an anladılar ve onu da aralarına alarak sıra ile ip atlamaya başladılar.

Sıra ona gelmişti nihayet. Tam atlarken ayakkabısı ayağından fırladı. Elindeki ipi yere bırakıp ayakkabısının peşinden koştu. Ayakkabıları ayağına oldukça büyük geldiğinden ökçelerine basıyor, zıplarken de çıkıyordu.


Ayakkabısının her an ayağından çıkacağı endişesiyle huzursuzdu. Ürkek ve gergin atlayışlar yaparken başarılı olamıyor,diğer çocukların şaşkın bakışları altında ezildikçe eziliyordu.




Onu bu eziyetten kurtarmak maksadıyla yanıma çağırdım. Bahçe duvarının hemen önündeki banklardan birine geçip oturduk.


-Adın ne senin? 


-Yağmur.

-Ne güzelmiş adın öyle. Tıpkı gözlerin gibi. Sana bir sır vereyim dinle bak. Benim gözlerim çok güzeldir, bunu herkes söyler ama gel gör ki senin gözlerin benimkilerden de güzelmiş. Çok kıskandım şimdi.




Beni dinlerken öyle odaklanmıştı ki, ağzımdan çıkan her kelimeyi ezber ediyordu sanki.


Cümlem bitince her ikimizde gülmeye başladık. Manasızca gülüyorduk. Çirkinleşinceye kadar güldüğümüzü hatırlıyorum. Üstadın dediği gibi ne kadar çirkin gülüyorsanız, o kadar mutlusunuz demektir. O kadar mutluyduk.


Sonra ikimiz de sustuk.


-Buraya nereden göç ettiniz?


-Van’dan geldik. Depremden sonra buraya taşındık.


-Baban ne iş yapar peki?


-Babam Kütahya’da inşaat işçisi. Yakında gelecekmiş, telefonda bana söyledi.




Oysaki ben ona babasının ne zaman döneceğini sormamıştım.


-Yağmur, evde başka ayakkabın var mı senin?

-Yok, bir tek bu var ama babam Kütahya’dan getirecekmiş, söz verdi. Babam hele bir gelsin, ayakkabı getirmese de üzülmem.




Yağmur babasının gelişine o kadar odaklanmıştı ki, ayağından sürekli çıkıp duran kenarları yırtılmış ayakkabı, adaletsiz dünya, güzel olan her şeye, bırak istekleri, ihtiyaçlara bile ancak parayla sahip olunabileceği umrunda bile değildi.



O an aklıma ayakkabılara servet harcayan hatta hiç unutmam evindeki kenefe bile çok pahalı bir markanın terliğini alarak, şu an ifade etmekte zorlandığım bir sıfatla andığım bir adamın her karşılaşmamızda “ayakkabı; bir insanın hayat kalitesini gösterir. Mühim meseledir.” sözleri kulağımdan içeri kaçan bir sivrisinek gibi beynimim bütün odalarında vızırdıyordu.


-Kaç numara ayakkabı giyiyorsun sen Yağmur?


-27

Senden birkaç yaş büyük kızlarım var benim. Küçüldüğü için artık onlara olmayan çok cici ayakkabıları ve elbiseleri var onların. Hepsini sana getirebilirim kabul edersen. İstersen onları çevrende bunlara ihtiyacı olan kişilere dağıtabilirsin.


-Sahiden mi? Çok isterim.


Mutluluğu gözlerinden fışkırıyordu.

Yağmur’un yaşlarında falan olmalıyım. Biz yaşlarda kızları olan varlıklı bir akrabamız vardı. Annemle çantalar dolusu kıyafet göndermişti birkaç kez.


Birgün annem çantaları odanın ortasına döktüğünde kendimi giysilerin arasına gömdüğümü hatırlıyorum. Kıyafetler rengarenk ve daha evvel hiç görmediğim modellerdeydi. Hepsi birbirinden güzel ve yeniydi. Birini giyip birini çıkarıyor, bir yandan da giydiklerimin üstüme yakışıp yakışmadığını soruyordum anneme.


Bu kadar güzel şeyleri insan nasıl kıyar da bir başkasına hiç düşünmeden verirdi çocuk aklım almıyordu.

Sonra ablam geldi eve. Salonun ortasına döküp saçtığım giysileri görünce meseleyi anlamış, küplere binmişti. Ne var ne yok kucaklayıp mahalle çöplüğüne bir hışımla atmıştı.


“Bu eve başkalarının eskileri girmeyecek” diye bas bas bağırıyordu. Annemin neden ağladığını anlamadığım gibi, ablamın neden bu kadar çok sinirlendiğini de anlayamıyordum.





Eski kıyafetler içindeyken kendimi daha huzurlu hissetmem tesadüf olmamalı. Yeni şeyler giydiğimde ağular sarar her yerimi.

Ne alırsam alayım, ne giyersem giyeyim; o gün annemin eve getirdiği, ablamınsa hiç acımadan çöpe attığı kıyafetlerin yerini tutmayacağından eminim.