28 Mayıs 2012 Pazartesi

Pazarlık


Ömrünü yirmi yıl geriye saralım, fakat geri kalanından beş yılını alırız deseler misal, ne cevap verirdim acaba?
Günlerdir fellik fellik aradığım bu illet sorunun cevabını halen bulabilmiş değilim.
Stop.

25 Mayıs 2012 Cuma

Yağmurun bile...


Sınıfça yağmurun deli gibi yağışını izliyoruz. Yağmur damlaları önce cama çarpıp narin bir gelin gibi  süzüle süzüle yerçekimine itaat ediyor. Bütün gelinler narindir gibi bir mantık aranmasın burada. Kazulet gibi gelinler gördüm ben. Kendimle ilgili yorum yapamayacağım çünkü gelinlik giymedim. Zaten de mundar.


Yağmur diyordum. Camdan süzülüşünü izlerken Yusuf, “Aaa cam ağlıyor, işte bu da gözyaşları, e ama gözleri yok bunun!” dedi. Çocukla deli aynıdır derdi annem. Haklıymış. 30 deliyle günde altı saat geçirirsen sende de akıl kalmaz. Kınamayalım.


Bu ara işler iyice sarpa sardı yine. Her şey karman çorman. Neyi nereye koyduğumu, kimi nereye koyacağımı bilemiyorum. Senaryoda mantık hatası var gibi.


Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim demiş ya hani, akıllısını unutmuş. O da insan. Unutmuş işte. Bense unutmak istediklerimi bir türlü unutamıyorum. İnsan değilim ben.


Zeki, çevik ve ahlaklı olabilirim ama akıllı değilim. Hatta aptal sayılırım.

Bir insanı sevmek için zeki, çevik ve ahlaklı olması yetmez hem.

Bir insanı sevmek için zeki, çevik ve ahlaklı olması da gerekmez.

Cehennemin dibinden selam ve sevgiler.
Amin.


24 Mayıs 2012 Perşembe

Yazık oldu Mithat'a


Ayda bir uğrar bana. Şehrin arka mahallelerinden birinde oturur. Son gördüğümden beri biraz zayıflamış gördüm onu. Sordum haliyle. Hayrola dedim. Pek hayır sayılmaz dedi.
Normalde şen şakrak, takır takır kahkalar savuran bir insandı. Bir tuhaftı o gün.
Meğer iki yıldır bahçesinde baktığı horozunu komşuları şikayet etmiş, o da başka birine satmak zorunda kalmış Mithat’ı. Mithat'mış adı. Tam iki saat Mithat’ı dinledim. Mithat aşağı, Mithat yukarı.

- Komşuların şikayeti hasıl olunca yapacak başka çarem kalmadı. Aldım Mithat’ı karşıma açık açık konuştum. Gördün mü şu insanları Mithat! Ne adiler bunlar. Kime, ne zararın vardı senin halbuusi? Aşını ekmeğini mi veriyorlardı sanki! Belediyeye kadar üşenmemiş gitmiş haspalar!

Şimdi seni kesmeye götürecekler biliyor musun?
Son cümlem bu oldu. Gözlerimin içine baktı baktı baktı  Mithat...Gözünden bir damla yaş geldi. Allah belamı versin ki gözünden bir damla yaş geldi!
- Ne diyeyim Allah başka keder vermesin şekerim, dedim.
 Yemin ederim ben insan değilim.                                             

Kayışı kopuk yazı



Kafasına göre gidip geleceği bir işi olmalı insanın. Öyle kurulu saat gibi aynı saatte git-gel işleri, gün oluyor zembereğini boşaltıyor insanın.
Ne bileyim yazarlık olur, kahvecilik olur, seyyar satıcılık olur,
olur yani.
Lakin memurluk bünyeye zarar. Geç anladık ayrı mevzu. 
Yine sıkıldım hayattan. Sizi de sıkayım dedim. Öyle kendi kendine sıkıl sıkıl nereye kadar diğ mi ama?

Geçen gün öyle canım sıkıldı öyle canım sıkıldı ki psikiyatre gittim sonunda. Lafladık öyle sağdan soldan. Sonra ben bi başladım ağlamaya... Köpekler gibi. Oysa ne güzel söyleşiyorduk. Doktor şaşırdı tabi. Sakin olun dedim doktora, ben bunu dostlarıma da yapıyorum. Kaldı ki üstüne para vereceğim.  Şimdi iki damla gözyaşının lafını mı edeceksiniz bana. Odada ne peçete var zaten, ne bir bardak su. Allah’ın pintileri!



Baktım iyice telaşlandı “oğlum bak git!” dedim. Karışma da bana, şöyle böğüre böğüre ağlayayım.

Tırstı, taam dedi.

Sonra çıktım gittim. Nereye mi gittim? Ne zaman keyfim kaçsa, Mersin33 tantunicisi var çarşıda, oraya giderim. Tantuni, şalgam ve Zeki Müren. Üçü bir arada gibiler valla. Ne alaka diğ mi? Değil işte. Sabri usta( bizim tantunici) tam bir Zeki Müren hastasıdır. Yedi yİrmi dört Zeki Müren çalar dükkanda.



Zaten ben de pek bir severim Zeki Müren’i. Şalgamı ayrı severim. Hem içtim hem ağladım. İçtim derken tövbee. Şalgamı diyorum.
Hem dinledim hem ağladım. Zeki Müren’i değil, Sabri ağbiyi. Sabri ağbi candır. Bir başladı mı bizim oralardan anlatmaya, dinlemeye doyamazsın. Hem dinledim hem ağladım. Sabri ağbiye ağlamadım, şalgam feci acıydı, dayanamadım ağladım.


Öyle saçma salak bir gündü işte. Sonra çıktım eve döneyim dedim. Baktım yağmur başlamış. Gökyüzüyle birlikte ağlaştık. Damlalarımız birbirine karıştı filan. Böyle nasıl desem, film artizi gibiydim. Ha bir de mayıs yağmurlarında saçları besleyen, uzatan önemli bir şey varmış. Adını bilemedim şimdi. Hayatta ezberlediğim tek terim Fatih Terim'dir. Üzgünken espri de yapamam ben.
Ne diyordum, haa bir şey demiyordum, sadece ağlıyordum.
Saçlarım akılma geldi sonra. Onları kısacık kestirdiğime oturdum ağladım bir de.

Ağlayacak şey hiç yokmuş gibi.


22 Mayıs 2012 Salı

Faranjit aşkına!


 Hem doktorların hem öğretmenlerin hem fikir olduğu bir konu var ki faranjit, bir öğretmen hastalığıdır. Bu ara o naif sesimin, uzay boşluğunda bir travesti edasıyla flu flu salınışı bundandır.

Gelen aramaları açtığımda “anneni versene oğlum!” demelerine biraz bozuluyorum bozulmasına ama serde yazarlık var ve ben üzerime yapışan bu hastalığı, gece gündüz dinlemeden boğazımı amansız pençeleriyle tırmalamasına rağmen, sırf adından dolayı sevimli bulmaktayım.


Faranjit; fonetiğinden dolayı karizmatik bir kelimedir. Bence yani. Daha çok bir roman kahramanının adı gibi gelir bana. Böyle nasıl desem, az serseri, az hayta, biraz da melankolik, çok az da romantik. Fakat kesinlikle beş parasız.


“ Faranjit, gecenin karanlığında hızlı adımlarla ilerlerken nereye gittiğinin önemli olmadığını sadece, ayaklarının götürdüğü yere gitmenin bu saatte yapılacak en iyi iş olabileceğini düşündü. 
Tabakasını çıkardı ceketinin iç cebinden. Geceleri sokakta yalnız başına yürürken, tütünün yalnızlığına eşlik etmesinden keyif alıyordu. Defalarca denemesine rağmen şu naleti bırakamadığına, her kibrit yakışında hayıflanırdı. Hiçbir zaman da hayıflanmaktan bir adım ötesine geçememişti.



Sinüzüt’ü düşündü. Onu ne kadar sevdiğini, çok sevmesine rağmen parasızlık yüzünden kıza uzun zamandır bir çiçek bile alamadığını hatırladı. Neyse ki, Sinü'nün ( yan yanayken ona böyle hitap ederdi: Benim tatlı Sinü'm) böyle şeylere ehemmiyet vermediğini bilirdi. Onu bu yüzden çok aşırı fazla severdi.

Geçen gece birlikte o kalabalık sokakta yürürken, Sinüzüt’ün yağmurdan ıslanmış saçlarını bir anda kaldırıp ensesinden aniden öpüşünü, kızı bu hareketiyle nasıl mest ettiğini geçirdi aklından. Sinü, kendisine şaşkın şaşkın bakarken, ona " Bu, eski bir eskimo büyüsüdür bebeğim. Öptüğün kızı köleleştirir!" dediğini de.

Her zamanki hınzır haliyle gülümsedi. Bu hareketiyle kızın gönlünü fethetmişti. Her şey para pul değildi. Zaten bir kadının kalbinde taht kurmak, öyle pahalı şeylerle, lüks hediyelerle falan olacak kadar ucuz bir iş de değildi. Onlar romantik adamları severlerdi.
En azından sevgilisi Sinü, öyleydi…”

Gibi.

18 Mayıs 2012 Cuma

Elde var 1



Elde var 1’in,  hali vakti yerinde gibi görünse de aslında hüzünlü bir yanı vardır.
Nerede görsem elimi omzuna atayım, saçlarını okşayayım,
Piyer Loti’ de oturup birlikte bir bardak demli çay içeyim isterim.
Demli çay sever miyim peki,
Hayır.
Bazen bir şeyi dilemek, olmasından daha güzeldir.
Piyer Loti’yi hiç gördün mü diye sor,
Yok görmedim.
Görmediğim şeylerin varlığına, birliğine ve güzelliğine gönülden şehȃdet ederim.

Bazen o kadar acırım ki;
Elinden tutup eve getiresim,
Önüne bir kap sıcak çorba koyasım,
Ardından bir demlik siyah çay demleyesim, 
Çekirdek çitlerken televizyondaki aptal dizileri seyredesim,
Gözlerine bakarak dizideki saçmalıkları yorumlayasım,
Ardından en sevdiğim yazarın en sevdiğim kitabının en sevdiğim bölümünü bağıra bağıra okuyasım,
Sonra beline sarılıp balkondaki salıncağa götüresim,
Dizlerine uzanasım,
Gökyüzündeki yıldızları saydırasım,
Kutup yıldızını buldurasım,
Kayan bir yıldızın kuyruğuna tutunasım,
Onu da peşime takasım,
Gökyüzüne çıkasım,
Dünyadaki seyrimize bakasım gelir.

Elde var 1 sonuçta.
Onunki de can.




Araba sevdası

Sahip olduğu eşyaya tapan insanlar görüyorum.
Mesela arabasına.
Bir insana verilebilecek değerden çok daha fazlasını verebiliyorlar.
Arabasına gösterdiği merhametin, onda birini kendi çocuğa göstermez misal.
Arabasına dokunduğu gibi dokunmaz eşine dostuna.
Sorsan bir hakperestten daha haklı, ateşperestten daha ateşlidir arabasında.
Kalbinde zerre kibir olan cennet yüzü göremeyecektir demiyor muydu oysa?
İnsanın kendine verdiği değerden ziyade, bencilliği ile alakalı bir durum.
Daha çok, sevmeyi unutmuş, hissizleşmiş, üzerine beton dökülmüş gibi yaşayan insanlara özgüdür bu.
Böyle insanları gördükçe hayatı her zamankinden çok seviyorum.
İnsanlara milyon defa şans vermem belki bu yüzdendir.
Ama arabaları sevmiyorum.
Benim için, insanların bencilliğini ve ruhsuzluğunu hatırlatmaktan başka bir işe yaramıyor zira.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Glup glup


Öyle herkes gibi prensipli bir insan sayılmam. Prensip dediğimiz şey takıntıların daha janjanlı söylenişi değil de nedir? Hiç.

Arşimed’in prensibine de bu sebepten içten içe isyan etmişimdir. 
Serap yüzme kursuna başlarken sen de katıl diye tutturdu geçen. Bırak Allasen dedim, bu yaştan sonra olimpiyatlara katılacak değilim.
E ama spor?
Spor yapmaktan nefret ederim. İhtiyaç duymasam yürümem bile. Mavi kapak toplayışım bundandır. Tekerlekli sandalyenin dayanılmaz bir cazibesi vardır bende.
Hem ne zaman suyun kollarına bıraksam kendimi istisnasız batıyorum. Bu yüzden suyla olan ilişkimi deniz seviyesine indirdim. Hatta mümkünse kıyıdan kıyıdan...


23A kafa yapar


Ne zaman 23A’yı kaçırsam hüzünlenirim. Her ne kadar onunla her gezimizde beynim patlıcan ezmesi kıvamına gelmiş olsa da, aramızda Stokholm sendromu türünden bir ilişki olduğuna inanırım. Onun ardından her bakışımda içim burkulur çünkü.

Psikoloji biliminin en önemli tespitlerinden biridir Kübler –Ross Modeli. Genellikle acı ölümlerin ve kayıpların ardından kaçınılmazdır. “Ölüm hak miras helal, her nefis ölümü tadıcıdır” der geçerim bu konuda. Ama 23A’ da öyle mi?



Bu süreçte 1.aşama inkardır. Zaten de her seferinde başımı döndürüp midemi bulandırıyordu. Hem konserve gibi ne o öyle, ığğykk! 

2. aşama öfkedir: Bugüne kadar halen bir araba alamadım ya Allah belamı versin benim. Ama yok, yılda yüzde 3 zam veren hükümete oy verende kabahat! Hükümetin ne suçu var şimdi Allasen. Adamın dediği gibi, yıllardır tütüne harcadığım parayı biriktirseydim şimdiye bir Vitaram olmuştu bile! 
Bu aşama en çetin olanıdır.

3. aşama pazarlıktır: Ara sokaktan koşarsam bir sonraki durakta yakalayabilirim. Aman bee, az aşağı yürüsem iki dolmuşla gideceğim yere varırım zaten. Ne yani atla deve mi?

4. aşama üzüntüdür: Gitti canım otobüs! Göz göre göre kaçırdım! Nasıl da pis pis sırıtıyordu adi şoför. Tuuu! Yazıklar olsun.

5. aşama kabullenmedir:( Bu aşama en ferah dönemdir )
Binseydim başıma çok kötü bir şey gelecekti belki. Sevmediğim biriyle karşılaşacaktım misal.
Hem ne malum eşkiyaların önümüzü kesmeyeceği, diiğ mi ama?
Hafazanallah! Kesinlikle bir hayır vardır.

Yazıdan da anlaşılacağı gibi 23A kafa yapar sevgili okur.

Gider misin lütfen



Gelirken iyidir de, gitmek zordur.
Tek başına gelir, kalabalık gidersin.
Gidenlerin ardından ağıtlar yakılıp, zılgıtlar çekilmesi bundandır.
Gitmek en zorudur.
Bir valiz anı, demlenmiş öfkeler, yığınla acı, yıllarca bir türlü bırakıp da gidemediğin ne varsa ayrı bir yerde istiflenmiştir.
Seni bekleyen yeni yalnız günlerinde, katık olacaktır ayırdıkların.
Bir de yanına dostunu düşmanını alırsın giderken.
Gitmek zordur ve o zor olan günde kim dost kim düşman asitle baz gibi ayrılır.
Turnusol kâğıdı gibidir gitmek.
Gitmeye kalktığında, oyuncu değişikliği kadar seyirci değişikliği de kaçınılmazdır.
Kimin nerede duracağını görmüş olursun giderken.
Kalmak en kolayıdır.
Gitmeyi zor bilene ölüm, düğün bayramdır.




Gözlük - yazar ilişkisi


Yazar Calvino'nun "Bir miyobun hikayesi" pek bir meşhurdur. Hikayenin kahramanı tıpkı benim gibi bir miyoptur. Yıllar geçmesine rağmen ilk aşkını unutamamış, sırf onu yeniden görmek umuduyla, günün birinde memleketine gitmeye karar vermiştir. Yalnız miyop olmasına rağmen hiç gözlük kullanmamıştır. Kasabaya giderken sevdiği kızı tanıyabilmek umuduyla bir gözlük satın alır ve gençliğinin geçtiği sokaklarda dolaşmaya başlar.

Yolda karşılaştığı öğretmeni onu tanımaz, gözlüklerini çıkarınca tanır.
Sevdiği kızın da tıpkı hocası gibi onu tanımayacağını düşünür ve gözlüksüz dolaşmaya karar verir.Bu defa da o kimseyi tanımaz. Hikaye bu şekilde ilerler.

Hikayedeki miyop gibi, gözlüklü günlerime geri döndüm ben de. E çimen yeşili lenslerimin liğme liğme olduğunu görünce tasarruf da bir yere kadar dedim. 

Gözlüklerin beni daha yaşlı göstereceğini düşündüğümden, başlarda biraz tırsıyordum açıkçası. Her kadın gibi benim de sayısal ve estetik kaygılarım vardı zira.

Neyse işte, velhasıl kelam gittim kendiciğime entel dantel bir gözlük aldım.
Meğer gözlük bir yazar aksesuarıymış da haberim yokmuş. Bundan böyle başımın üstünde yeri var kendilerinin.


Herkesler, böyle tam yazar olmuşsun bak şimdi deyince, anladım ki tam yazar olmak için canımı dişime takarak, gözlerimin feri gidene kadar çalışıp kitap yazmama hacet yokmuş.

Yalnız biri “Aaa! Elif Şafak gibi olmuşun vallahi de billahi de” deyince gece yarısı yolun ortasında gözlerine araba farı tutulmuş tavşan kadar şaşırdım.

Ne bileyim daha evvel Bir Tolstoy’a, bir Dostoyevski’ye benzetildiğim çok olmuştur ama Elif Şafak’a benzetilince eşekten düşmüş masum bir karpuz gibi hissettim kendimi.
Yazmaktan soğudum yeminle.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Süper Mario


Güzel rüyalar gördüğüm zamanlar vardı. Kötü rüyalar görmediğim geceler kadar çoktu bunlar. Eskiden tabi. Hani şu devenin tellal, pirenin berber olduğu yıllar.

Sağlıklı bir insan, uykusunun üçüncü dördüncü evresine vardığında, ben daha uyumamış oluyorum misal.
Gözlerim kapalı, süper Mario gibi zihnimde oradan oraya atlayıp duruyorum.

Bu yüzden başını yastığa koymasıyla uykuya dalma mesafesi, takriben on saniye olan insanlarla arama mesafe koydum.
Tamam kabul ediyorum benim durumum da pek normal sayılmayabilir, lâkin on saniyede uykuya geçen de bizden değildir arkadaşım!

Yani insan evladı dediğin, şöyle bir uzanır önce yatağa, hiçbir şey düşünmese bile "Bugün Allah için ne yaptın lağğn" gibi bir iki tane alengirli soru sormaz mı kendine?
Bence bu tip insanlar kendisiyle ve toplumla barışık insanlar değildir.
Hatta insan bile değildir.

İz




İnsanlığın en büyük rüyası ölümsüzlüktür. 
Çoğumuz dünyaya bir dizi çocuklar getirerek, ismimizin yeryüzünden silinmeyeceğine inanır, yüksek egolarımızı bu şekilde tıka basa doyurmuş oluruz.




Bu sayede çocuklarımız benliklerimizin birer uzantısı olarak yaşamlarını sürdürürler.
Farkındayım, bu gece biraz fazla acımasızım.

Çocuk sahibi olmayı dilemek, bana kalırsa hayatın en büyük bencilliğidir. Sosyal, global, dini, uhrevi veya manevi güdülerle çocuk sahibi olanlar da vardır elbette. Sözüm onlara değil.

“Ölmeden evvel bu dünyaya bir kitap bırakmak istiyorum” derken, gözlerinin ışıldaması bu yüzdendi. Aile kurmak ve anne baba olmanın dayanılmaz ağırlığı…
Hayır, bunların hiç biri onun bünyesine uygun değildi. Kaçımızın uygundu gerçi. Tek fark o bunun farkındaydı sadece.

Onu çok iyi tanıyordum. Türkçe’yi onun kadar iyi kullanan, bir o kadar entelektüel, zekâsı kadar kalemi de keskin ve kıvrak birinin, kendi adıyla sanıyla bu nalet dünyaya bir kitap bırakma arzusu, bence bütün insanlık için sadece bir lütuf sayılabilirdi.

“Bir aile kuracak, çoluk çocuk sahibi olacak yapıya sahip değilim. Yalnız bir kitap yazmadan da ölmek istemiyorum açıkçası”

Bu cümle ile çarpılmıştım. Kaçımız, evvelinde bu sorguyu yaptık kendimizde? Bazen sırf sosyal baskılardan sıyrılmak için doğurulmuş, içimizden fışkıran anne baba olma sevdası yüzünden doğmuş; yığınla ortalıkta sürünen mutsuz, şımarık, düşük özgüvenli veya memnuniyetsiz çocuk silsilesini görünce, insanlığın bu iz bırakma işini biraz fazla abarttığını düşünüyorum.

Bilmiyorum. Eskiden bildiğim her şeyin şimdi bir hiç olduğunu bilmek bir yana, bir zamanlar çok arzu ettiğim ama artık pek umursamadığım, bir gün her şey ve hepimiz gibi yok olup gidecek olan dünyaya bir kitap bırakma hayalimi, neden bilgisayarımdaki “ertelediklerim” dosyasına kaydetmiş olduğumu dahi bilmiyorum bugün.


Ölü karınca kokusu

 Kolalı gömleği, şık kol düğmeleri ve elinde siyah bastonuyla hayli babacan görünmüştü gözüme.

Bana, içerisinin dışarıdan daha güvenli olabileceğini uzun uzun anlatınca bir anda ikna oldum. Zaten bende her şey, oldum olası bir anda olur. Dünyayı hiçbir zman önemli bir yer olarak görmedim. Ciddiye alınmayan insanlara mahsus hırçınlıklarını, bu yüzden yapıyor olmalıydı bana.

Adamın elinden tuttum ve birlikte içeriye girdik. Rengârenk döşemeli bir kanepe vardı pencerenin önünde. Bir zamanlar babaannem, farklı desenli kumaşları aynı ebatlarda keser, diker, adına da kırk yama derdi. Kanepenin döşemesi beni babaanneme götürdü. Babaannemim aslında iyi bir insan olduğunu düşündüm. Sessizce içeriye geçip oturdum.

Yaşlı adamın gür sesi kulağımda zınladı. Elini yüzünü yıkamalısın. İyi de buna ne gerek vardı şimdi. Zaten az sonra içeriden sıkılıp tekrar dışarı çıkacaktım. Elim yüzüm yine kir pas içinde kalacaktı. Boşu boşuna su müsrifliğinin hele de küre bu kadar ısınmışken, bok yemenin Arapçası değil de neydi bu şimdi?

Banyoya girdim, suyu boşu boşuna akıtmaya başladım. Elimi yüzümü yıkamamakta kararlıydım. Annem, bu inadım yüzümden hayat boyu iflah olmayacağımı söylerdi.
İçeri geçip kırk yamalı kanepeye oturdum. Siyah bastonlu adam buradan asla kalkmamam gerektiğini tembihlerken bastonunu ağzından çıkan her kelimeye vokal yapsın diye sertçe yere vuruyordu.
Gözlerimi “olur” manasında kapatıp açtım.

İlk birkaç gün sıkılmadan öylece oturdum. Üçüncü günden sonra feci halde bunalmaya başladım. Dördüncü günden itibaren yaşlı moruğun güçlü elleri, benim çocuk boğazıma yapışmışcasına, hırıltıyla nefes alıp veriyordum. Başlarda boğuluyormuş gibi olsam da, aslında bunun insanı öldürmeyeceğini, bu şekilde yaşamın pekala sürebileceğini sonra sonra öğrendim.
Bu dediğim vaziyet devam ederken birkaç kez yerimden kalkmaya teşebbüs ettim. Fakat ihtiyarın üstüme dikilen belermiş gözlerini fark edince, kuyruğumu bacaklarımın arasına kıstırıp tekrar kırk yamanın üstüne oturdum.

Baktım bir gün bir yıl gibi geçmeye başlamış, bakışlarımı camdan görünen, müziği duymuş Arap bir rakkasın beli gibi kıvrılıp duran yola çevirdim. Bu yol nerede biter gibisinden çocukça sorularla dikkatimi kendimden uzaklaştırmayı denedim.
Eskiden beri bana, dikkatimin dağınık olduğunu söyleyen insanlara hakkımı asla helal etmiyorum. Dikkatim o kadar derli topludur ki, herhangi bir noktaya odaklandığım zaman başka hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Bu yüzden o an nerede ne yapıyor olduğumdan ziyade sokakta akan hayatı düşünmekteydim.

Sokak diyordum, ne güzeldi. Cıvıl cıvıl oynaşan, dert tasa bilmez çocuklar için tıpkı bir ana rahmi gibiydi. Sımsıkı kavrayan, koruyan ve doyurucuydu.
Sokağın ruhumda ılık esintiler bırakan sesini duyunca o an koşarak camdan dışarı atlamak istedim. 


Allahım! Ayaklarımın altında, üstüde bacaklarıma doğru tırmanmaya çalışan binlerce belki de milyon tane karınca görüyordum.
Adım atsam hepsi birden telef olacaktı yazık! Bir an cama doğru koştuğumu, tüm karıncaları acımasızca ezdiğimi, yerlerin kan revan içinde kaldığını hayal ettim. Odayı kesif bir ölü karınca kokusu sarmıştı. Biraz şekerimsi, biraz tuzlu bir kokuydu.
Az da kekremsi.

Yere çöküp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ölü karıncaların kokusu beynimde afyon etkisi yapmış olmalıydı ki, camdan atlamaktan vazgeçip kanepeye geçtim.

Bunları düşünürken vakit hayli ilerlemiş, toprak ana güneşin son dilimini yutuvermişti.
Karanlık çökünce karıncalar ayak altından, çocuklar sokaktan çekilirken, ihtiyarın içeriden aslan kükremesini andıran horultusu evi sarsıyordu.
Camdan dışarı baktığımda sokak, aynı sokaktı. Beni bekliyordu. Fakat bu defa uzay boşluğu kadar ürkütücü, ölüm gibi sessiz, soğuk ve zifiri.

Ayaklarımın altından karıncaların,  odadan moruğun pis nefesinin, gökyüzünden güneşin, yeryüzünden çocuk seslerinin çekilmesi ile, canımın bedenimden kopması aynı saatlere denk gelmişti.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Kırk bir kere maşallah!

Babaanneme sorsan yetmiş, hadi taş çatlasın yetmiş beş yaşında. Gerçi Nebahat Çehre için yaşsız kadın diyorlar ama o diyenlerin hiç biri tanımaz babaannemi. Tanısalar, kime ne diyeceklerini bilirlerdi zaar.
Babaannem benim nazarımda tam bir ihtisas konusudur. Bilim adamları, sonracığıma sosyologlar, pzikoloklar neyim hepsi gaflet uykusunda. Gelin birlik olun, şu kadıncağızın genlerini, sinir hücrelerini ne varsa işte, Allah için bir inceleyin. Bakın Allah’ın adını verdim.

Yüze merdiven dayamış ama yaşama zevki desen onda, gezme aşkı onda, mizaha bayılır bir de. Gam keder hak getire. Öyle tadını kaçıran kavramların hiç birini almaz kamusuna. Vallahi de billahi de abartıyorsam ekmek Mushaf çarpsın.
Şair demiş ya hani mutluluğun kahvaltıyla bir alakası olduğunu düşünüyorum filan, uzun yaşamanın sırlarının babaannemde olduğunu düşünüyorum ben de. Yok bu  cümlede bir mantık aramayın şimdi. Aklıma geldi öylesine yazdım.
Geçen gün ablama kahve falı baktırmaya gitmiş misal. 95 üstü bir kadından bahsediyorum burada. Yani üst metni okumadan atlaya zıplaya bu paragrafı okuyorsanız hani. Ablam da kadıncağızın gönlü hoş olsun diye, sallamış iki üç kelam. Bir de duydum ki milli piyango bileti alıyormuş arada.

Demek ki neymiş, ruh yaşlanmıyormuş. Kırk bile olmadan hayattan elini eteğini çeken insanlar tanıyorum ben.
Bırak başkalarını, ne zaman umutsuzluğa kapılsam babaannem gelir aklıma. Anında yükselir moralim. Zıpkın gibi oluveririm. Allah herkese babaannemin ruhundan bir gıdım üflese, dünyadaki bütün psikoloji uzmanları aç kalır aç.

En son geçen yaz gittim ziyaretine. Eski bir fotoğraf geçmişti elime. Elli sene evvel kaybettiği kocasıyla birlikte çektirmişler. Saçları uzun örgülü filan. Uzattım resmi, 3 saniye baktı ve “saçlarım da pek güzelmiş o zamanlar” dedi sadece. Babaanne dedeme baktın mı doğru söyle dedim. Aaaa, deden de mi vardı o fotoğrafta ver bakayım” demez mi?

Haaa, dedim. Çözdüm ben şifreyi. Kasımpaşalı bu kadın!
Bu iş genlerle falan olacak iş değil arkadaş! Bu dünyada on yıl daha ya yaşarım ya yaşamam. Ota boka her şeye takarım çünkü. Öyle monte etmiş yaradan.


Son olarak, babaannem doğduğu günden beri, yılın yedi ayını Torosların yaylalarında, etrafına çam ağaçları ve meyve bahçelerinin hakim olduğu iki katlı evinde geçirir. Mesajı alanlar bir adım öne çıksın şimdi.

13 Mayıs 2012 Pazar

Annem'e

Bazen çok kısa bir zamanda bile atılabilir kocaman dostlukların temelleri. Serap diyorum, candır canandır.

E malum anneler günüydü bugün. Annesiz bir anneler günü salya sümük olmadan atlanmaz.
Serap’la geçireceğimiz ilk anneler günümüzdü bu. Aradı, hazırlan anneme gidiyoruz dedi. Günler öncesinden hazırladığım hediyemi de alarak dışarı çıktım.
Arabasına atladığımız gibi annesinin evinde almıştık soluğu.

Anne bizi kapıda güler yüzüyle karşıladı. Sarıldı, öptü, kokladı.
Annemin hayatta olmadığını bildiğinden, bugünü badiresiz atlatabilmem için tahmin edilebilir bir endişe vardı üzerinde.
Sürekli "ben de senin annen sayılırım, ne zaman istersen gel, neye ihtiyacın olursa bu kapı sana açık" gibi tekrarlarla kendimi iyi hissetmemi sağlamaya çalışıyordu.

Bir ara Serap annesini öptü yanımda. Anne o kadar naif, o kadar ince fikirliydi ki ona doğru eğilerek ve sessizce “Şimdi sırası mı” dedi. Bu tip bir davranışın öksüzlüğümün altını çizeceğini düşünmüş olmalıydı. Sırf o bunu düşünmesin diye yapay ama şen bir kahkaha attım.
Ne diye üzülsündü. Bir tek annesiz ben miydim şu koca dünyada? Ama orada annesiz olan bendim.
Yine de çok şık bir hareketti.

Havayı değiştirmek için kalkıp hediyemi sundum. Çok mutlandı anne. Şefkat dolu bakışlarla iki eliyle saçlarımdan başlayarak tüm yüzümü küçük bir çocukmuşum gibi usul usul sıvazladı.
O elin dokunuşları,  şifa dağıttığına inanılan bir şeyhin, müridinin sırtını sıvazlaması kadar huzur vericiydi. Gözlerimi kapattım, saçlarımda ve yüzümde gezinen ellerin anneme ait olduğunu düşündüm.

Birkaç saniyelik de olsa geçmişin o huzurlu ara sokaklarında dolaştım.

Zaman, beni beklediğini kulaklarıma fısıldarken ışık hızıyla annemle vedalaşıp, soğumaya yüz tutmuş çayımdan bir yudum aldım.


10 Mayıs 2012 Perşembe

Deli kızın derdi

Köpeğiyle sokakta turlayan A. Özyılmazel'e bir gazeteci "köpeğiniz çok şekermiş"
deyince çok sinirlenmiş ve
"Köpek mi!! Onun adı Mini! demiş.
Misal bizim oralarda haşlanmış patatese haşlanmış patates, köpeğe köpek, ite de it denir.
Siz yine de fazla üzmeyin kendinizi derim.
Hem Allah başka keder vermesin öyle değil mi?
Yazı bitti.

6 Mayıs 2012 Pazar

Karıncalar



Biz zamanlar yani tek kanallı yıllarda gece 24’ten sonra TRT’nin İstiklal Marşı ile kapanışını takip eden saatlerde ekranı karıncalar istila ederdi. Herkes uyuduktan sonra oturur saatlerce o karıncalanmayı izlediğimi bilirim.

Televizyon bana bu mesajı ile günün artık sona erdiğini anlatmaya çalışırdı. Ama ben bunu bir türlü anlamak istemezdim. O karıncalarla aramda duygusal bir bağ oluşurdu.

Üçüncü boyuta geçer, aklımdan sonunu benim bile bilmediğim bir takım hikâyeler uydurur, onları izliyormuş gibi yapardım. Bu hikâyelere öyle inanırdım ki finali yapmadan uykuya geçemezdim.

Yo yoo! Biz şizofren değiliz asla. Sadece hayat bazen yoruyor ve kalk artık ekranın karşısından diyor. Ama ben halen uslanmamış olmalıyım ki, hikâyemi her seferinde ısrarla kendim sonlandırmak istiyorum. Belki de bu yüzden her seferinde yazmayı tercih ediyorum.

Yazmak; kaderin rotasını değiştiren bir dümen.

Ben de bu dümenin kaptanı.
Sadece içimde kalmasın, bunu söyleyeyim de öyle uyuyayım diye yataktan kalktım.

İyi geceler, dağılabilirsiniz şimdi.
Yer: Kanepem
Saat: gece yarısı teheccüt vakti suları

Bir kadın öldüğünde...


Anne denen yaratık ile terminatör arasındaki 7 farkı bulun desem, eminim 1 tane bile gösteremezsiniz bana.

Ev işlerimin asla son bulmayacağını her gördüğümde, lanetlenmiş olabileceğimi düşünüyorum.


Ancak lanet olası bir lanet bu kadar süreklilik arz eder zira.


Kuyruğunu yutmuş yılan gibidir her kadın.

Bir de insanlar garez yapar gibi düğünle dernekle girmez mi bu şeytan üçgenine. Hiç anlamam hiç.


Aslında her şeye bir umutla başlamışken gün gelmiş canından bezmiş ev kadınları diye bir derneğin kurucu üyesi olabilir her an.

Demem o ki; bir kadın öldüğünde kimse üzülmesin. Kalıbımı basarım (ucuz bahisler kabul edilir mi bilmem zira 48 kiloyum halen) öbür taraf buradan daha zahmetli olamaz.