Böyle yetmiş ekran,
kocaman, tüplü, hantal olanından.
Genelde yatak odamda
durur. Estetik olmadığı için odada kalabalık etse de burada pek göze batmıyor.
Uyurken görmemek mucizevî bir durum olmalı. En azından insanlar âlemi için.
Sonra eser, mutfağa
alırım. Döngü iyi bir şeydir. Sabit olan her şey, oldum olası huzursuz eder
beni.
İlk günler
televizyonun mutfakta olması ile oldukça mutlanırım. Yemek yaparken,
bulaşıkları yıkarken çıkan bir habere, programa veya diziye kaptırdım mı,
kendimi unuturum. Unutmak mutluluktur. Hatta mükemmel varsa budur.
Dediğim gibi ilk
birkaç hafta saadet içerisinde geçen günlerimiz, ilerleyen günlerde bir azaba
dönüşmeye başlar. Onun varlığı başlarda neşe kaynağımken, sonra ne olur da
orada çakılı bir kazık gibi duruşu, giderek ruhsuzlaşması, donuk bakışlarla
mutfakta salınışımı seyretmesi bana batmaya başlar, hiç anlamam.
Zaten de tezgâhın
üzerini iyice daraltmıştır. Sırf onun tahammül edilmez varlığı yüzünden
haftalardır radyo dinleyemez olmuşumdur. Oysa radyo ne güzel bir dosttur.
Kitaplardan bile.
Daha düne kadar, yani
o orada değilken sessizliğin sesini dinler, içsel yolculuğumda ne indi bindiler
yapardım.
Bütün bu kendi
kendime yaptığım istişareler sonucunda (istişare en az iki kişiyle yapılır
biliyorum. Ukalalığın hiç sırası değil sevgili okur. Zira şu ana kadar sizin
bilmediğiniz şey, bizim bir kişiden fazla oluşumuz) yapmam gereken ilk şeyin, o
öküz gibi televizyonu tek başıma sırtlayıp kendi hür irademle o uzun koridoru
aşarak yatak odasına hunharca kilitlemek olduğuna gönülden iman ederim.
Evde beş kişiyken
neden tek başıma? Haklısınız bunu düşünmekte. Çünkü neden? Çünkü diğer dört
kişiye göre bu artık sadece benim sorunum. Habisleşmiş tümörüm. Alınyazım.
Kaderim. Saplantım. Sarı saçlarımdan ben suçluyum!
Onlar her aklıselim
insan gibi beni Allah’a havale etmiş durumdalar. Allah’a havale edilen mevzu
bizde genelde iki farklı anlamda kullanılır. Birincisi ümîdi kesmek, ikincisi
ümit bağlamak. Ne tuhaf değil mi şu Türkçe? İki zıt kavramı da aynı deyimle
ifade etmemiz akıl alır şey değil! Sanırsın memlekette savaş çıkmış da deyim
kıtlığı var. Şimdi bizimkiler beni hangi anlamda havale ettiler nereden
bileceğim değil mi?
Neyse zaten konumuz
bu değil.
Hemen mutfağa
koşarım. Tezgâhın üzerindeki o devasa boşluk nasıl da huzur bahşetmektedir.
Tabiat boşluğu varsın kabul etmesin, ben ederim. Bazen bir şeylerin varlığından
ziyade yokluğu tarif edilemez bir güzelliktir.
Siz beni mala
bağlamışken hazır, ben de konuyu bağlayayım şimdi.
Bu ara kendimi bahsi
geçen, tüplü, eşek ölüsü kılıklı, gittiği her yerde eğreti duran, ilk başlarda
zemin üzerinde sevimli bir şekilken, bir süre sonra varlığı amansız bir illete
dönüşen, tam bir baş belası, başkalarının uygun gördüğü yere sığamayan, ikinci
üçüncü şahısların Allah’a havale ettiği o zavallı kutu gibi hissediyorum.
Atsam atamıyorum da
kendimi.
Oysa beşinci
kattayım.
Ölüme en yakın kattır
beşinci kat.