22 Temmuz 2013 Pazartesi

Beşinci katın laneti


 
 
Bizim evde bir televizyon var. Aslında iki tane var da ben birincisinden bahsedeceğim.

Böyle yetmiş ekran, kocaman, tüplü, hantal olanından.

Genelde yatak odamda durur. Estetik olmadığı için odada kalabalık etse de burada pek göze batmıyor. Uyurken görmemek mucizevî bir durum olmalı. En azından insanlar âlemi için.

Sonra eser, mutfağa alırım. Döngü iyi bir şeydir. Sabit olan her şey, oldum olası huzursuz eder beni.

 

İlk günler televizyonun mutfakta olması ile oldukça mutlanırım. Yemek yaparken, bulaşıkları yıkarken çıkan bir habere, programa veya diziye kaptırdım mı, kendimi unuturum. Unutmak mutluluktur. Hatta mükemmel varsa budur.

 

Dediğim gibi ilk birkaç hafta saadet içerisinde geçen günlerimiz, ilerleyen günlerde bir azaba dönüşmeye başlar. Onun varlığı başlarda neşe kaynağımken, sonra ne olur da orada çakılı bir kazık gibi duruşu, giderek ruhsuzlaşması, donuk bakışlarla mutfakta salınışımı seyretmesi bana batmaya başlar, hiç anlamam.

Zaten de tezgâhın üzerini iyice daraltmıştır. Sırf onun tahammül edilmez varlığı yüzünden haftalardır radyo dinleyemez olmuşumdur. Oysa radyo ne güzel bir dosttur. Kitaplardan bile.

 

Daha düne kadar, yani o orada değilken sessizliğin sesini dinler, içsel yolculuğumda ne indi bindiler yapardım.

 

Bütün bu kendi kendime yaptığım istişareler sonucunda (istişare en az iki kişiyle yapılır biliyorum. Ukalalığın hiç sırası değil sevgili okur. Zira şu ana kadar sizin bilmediğiniz şey, bizim bir kişiden fazla oluşumuz) yapmam gereken ilk şeyin, o öküz gibi televizyonu tek başıma sırtlayıp kendi hür irademle o uzun koridoru aşarak yatak odasına hunharca kilitlemek olduğuna gönülden iman ederim.

Evde beş kişiyken neden tek başıma? Haklısınız bunu düşünmekte. Çünkü neden? Çünkü diğer dört kişiye göre bu artık sadece benim sorunum. Habisleşmiş tümörüm. Alınyazım. Kaderim. Saplantım. Sarı saçlarımdan ben suçluyum!

 

Onlar her aklıselim insan gibi beni Allah’a havale etmiş durumdalar. Allah’a havale edilen mevzu bizde genelde iki farklı anlamda kullanılır. Birincisi ümîdi kesmek, ikincisi ümit bağlamak. Ne tuhaf değil mi şu Türkçe? İki zıt kavramı da aynı deyimle ifade etmemiz akıl alır şey değil! Sanırsın memlekette savaş çıkmış da deyim kıtlığı var. Şimdi bizimkiler beni hangi anlamda havale ettiler nereden bileceğim değil mi?

Neyse zaten konumuz bu değil.

 

Hemen mutfağa koşarım. Tezgâhın üzerindeki o devasa boşluk nasıl da huzur bahşetmektedir. Tabiat boşluğu varsın kabul etmesin, ben ederim. Bazen bir şeylerin varlığından ziyade yokluğu tarif edilemez bir güzelliktir.

Siz beni mala bağlamışken hazır, ben de konuyu bağlayayım şimdi.

 

Bu ara kendimi bahsi geçen, tüplü, eşek ölüsü kılıklı, gittiği her yerde eğreti duran, ilk başlarda zemin üzerinde sevimli bir şekilken, bir süre sonra varlığı amansız bir illete dönüşen, tam bir baş belası, başkalarının uygun gördüğü yere sığamayan, ikinci üçüncü şahısların Allah’a havale ettiği o zavallı kutu gibi hissediyorum.

Atsam atamıyorum da kendimi.

Oysa beşinci kattayım.

Ölüme en yakın kattır beşinci kat.

1 yorum:

  1. yazılarını çok beğenerek okuyoruz nilgün hanım.

    YanıtlaSil