16 Mayıs 2012 Çarşamba

Ölü karınca kokusu

 Kolalı gömleği, şık kol düğmeleri ve elinde siyah bastonuyla hayli babacan görünmüştü gözüme.

Bana, içerisinin dışarıdan daha güvenli olabileceğini uzun uzun anlatınca bir anda ikna oldum. Zaten bende her şey, oldum olası bir anda olur. Dünyayı hiçbir zman önemli bir yer olarak görmedim. Ciddiye alınmayan insanlara mahsus hırçınlıklarını, bu yüzden yapıyor olmalıydı bana.

Adamın elinden tuttum ve birlikte içeriye girdik. Rengârenk döşemeli bir kanepe vardı pencerenin önünde. Bir zamanlar babaannem, farklı desenli kumaşları aynı ebatlarda keser, diker, adına da kırk yama derdi. Kanepenin döşemesi beni babaanneme götürdü. Babaannemim aslında iyi bir insan olduğunu düşündüm. Sessizce içeriye geçip oturdum.

Yaşlı adamın gür sesi kulağımda zınladı. Elini yüzünü yıkamalısın. İyi de buna ne gerek vardı şimdi. Zaten az sonra içeriden sıkılıp tekrar dışarı çıkacaktım. Elim yüzüm yine kir pas içinde kalacaktı. Boşu boşuna su müsrifliğinin hele de küre bu kadar ısınmışken, bok yemenin Arapçası değil de neydi bu şimdi?

Banyoya girdim, suyu boşu boşuna akıtmaya başladım. Elimi yüzümü yıkamamakta kararlıydım. Annem, bu inadım yüzümden hayat boyu iflah olmayacağımı söylerdi.
İçeri geçip kırk yamalı kanepeye oturdum. Siyah bastonlu adam buradan asla kalkmamam gerektiğini tembihlerken bastonunu ağzından çıkan her kelimeye vokal yapsın diye sertçe yere vuruyordu.
Gözlerimi “olur” manasında kapatıp açtım.

İlk birkaç gün sıkılmadan öylece oturdum. Üçüncü günden sonra feci halde bunalmaya başladım. Dördüncü günden itibaren yaşlı moruğun güçlü elleri, benim çocuk boğazıma yapışmışcasına, hırıltıyla nefes alıp veriyordum. Başlarda boğuluyormuş gibi olsam da, aslında bunun insanı öldürmeyeceğini, bu şekilde yaşamın pekala sürebileceğini sonra sonra öğrendim.
Bu dediğim vaziyet devam ederken birkaç kez yerimden kalkmaya teşebbüs ettim. Fakat ihtiyarın üstüme dikilen belermiş gözlerini fark edince, kuyruğumu bacaklarımın arasına kıstırıp tekrar kırk yamanın üstüne oturdum.

Baktım bir gün bir yıl gibi geçmeye başlamış, bakışlarımı camdan görünen, müziği duymuş Arap bir rakkasın beli gibi kıvrılıp duran yola çevirdim. Bu yol nerede biter gibisinden çocukça sorularla dikkatimi kendimden uzaklaştırmayı denedim.
Eskiden beri bana, dikkatimin dağınık olduğunu söyleyen insanlara hakkımı asla helal etmiyorum. Dikkatim o kadar derli topludur ki, herhangi bir noktaya odaklandığım zaman başka hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Bu yüzden o an nerede ne yapıyor olduğumdan ziyade sokakta akan hayatı düşünmekteydim.

Sokak diyordum, ne güzeldi. Cıvıl cıvıl oynaşan, dert tasa bilmez çocuklar için tıpkı bir ana rahmi gibiydi. Sımsıkı kavrayan, koruyan ve doyurucuydu.
Sokağın ruhumda ılık esintiler bırakan sesini duyunca o an koşarak camdan dışarı atlamak istedim. 


Allahım! Ayaklarımın altında, üstüde bacaklarıma doğru tırmanmaya çalışan binlerce belki de milyon tane karınca görüyordum.
Adım atsam hepsi birden telef olacaktı yazık! Bir an cama doğru koştuğumu, tüm karıncaları acımasızca ezdiğimi, yerlerin kan revan içinde kaldığını hayal ettim. Odayı kesif bir ölü karınca kokusu sarmıştı. Biraz şekerimsi, biraz tuzlu bir kokuydu.
Az da kekremsi.

Yere çöküp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ölü karıncaların kokusu beynimde afyon etkisi yapmış olmalıydı ki, camdan atlamaktan vazgeçip kanepeye geçtim.

Bunları düşünürken vakit hayli ilerlemiş, toprak ana güneşin son dilimini yutuvermişti.
Karanlık çökünce karıncalar ayak altından, çocuklar sokaktan çekilirken, ihtiyarın içeriden aslan kükremesini andıran horultusu evi sarsıyordu.
Camdan dışarı baktığımda sokak, aynı sokaktı. Beni bekliyordu. Fakat bu defa uzay boşluğu kadar ürkütücü, ölüm gibi sessiz, soğuk ve zifiri.

Ayaklarımın altından karıncaların,  odadan moruğun pis nefesinin, gökyüzünden güneşin, yeryüzünden çocuk seslerinin çekilmesi ile, canımın bedenimden kopması aynı saatlere denk gelmişti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder