16 Mayıs 2013 Perşembe

"Gözlerimin gözü aydın"


Okul çıkışı eve gitmek için alt geçitten yürümek zorunda olmaktan nefret ediyordum. Yerin altı hiç cazip değildi çünkü. Gökyüzü varken hele. Alt geçide Bukowski kılıklı bir herif koymaları tırsınç bir durumdu. Sağıma soluma bakmadan, hızlı fakat kendimden emin adımlarla alt geçidi alt ettim. Aslında hiç kendimden emin adımlarım olmaz benim. Rol yapmak iyidir. Dolmuş beklemek için yolun kenarında konuşlandım. Meğer  bu defa çevik kuvvet binasının önünde konuşlanmışım. Polis kıyafetli bir yakışıklı, gelip uyardı. “Hamfendi burada beklemek yassah, az ileride bekleseniz?”

Yedik sanki, desem de içimden, aynı zerafetle “Aaa, öyle mi, madem yasakmış ben az ötede bekleyeyim bari”  Kanun nizam bilen biriydim nihayetinde.

 

Cebimde sadece 1 lira vardı. 200 metre öteden binsem, şoförün bir lira aldığını, bulunduğum yerden binsem 1,25 olduğunu hatırlayınca yürümeye başladım. Bazen pazarlıkla 1 liraya da alıyorlardı lakin, 25 kuruş için papaz olmaya değmezdi, yürüdüm. Dolmuş hınca hınç doluydu. Yaşlı ve hamile olmadığım için kimse yer vermiyordu. Şükrettim. Sırf, dolmuşta yer bulabilmek için doğuran nice kadınlar tanıdım ben. Neyse yolcular inmeye başladıkça yer açıldı, oturdum. Sonra yanıma siyah çarşaflı bir kadın bindi. Yaşları birbirine yakın, sarı sarı iki de küçük çocuğu vardı yanında. Kadın rahat birine benziyordu. Rahat derken, yanlış anlaşılmasın, şöyle: Kadın koltuğa oturdu. Çocuklar ayaktaydı ve üstelik sürekli açılıp kapanan kapının hemen dibindelerdi. Hızla durup kalkan bir vasıtaya binen bir annenin öncelikle çocuklarını güvenli bir yere alması gerekmiyor muydu? Gerekmiyormuş. Sanki o çocuklar, kadının değil benimdi. Hiç oralı değildi. Önümüzde uzayıp giden yoldan gözlerini ayırmıyordu. Kadının rahatlığı beni gerim gerim germişti. Beynimde kadınla kavga etmekten vazgeçip başımı camdan dışarı çevirmekte buldum çareyi. Hem belki kadının kafası çok karışıktı. Gerçi kafası karışık olmayan kadın tanımamıştım. Belki de çok aşırı mutsuzdu, belki ölmek istiyordu. Belki etrafında ne olup bittiği umrunda olmayacak kadar kötü günler geçirmekteydi. Mutsuzluktan geberilmiyordu ki, n’aspındı. Fazla empati, şizofreniye mahaldi.

Bu senaryolarla kadını kafamda infaz etmekten kurtarmıştım. Ben bir kahramandım.

 

 Sonra eski mesai arkadaşım Seval bindi dolmuşa. Görmedim numarası çekeyim desem de yememiş, yanaklarıma bir çift buseyi kondurmuştu. Her şey için çok geçti. Beş dakikalık yol arkadaşlığımızda bana, bir yaşındaki oğlundan, babası (oğlunun biyolojik babası, yani kocası işte, okur dediğin zeka küpüdür sevgili okur) vasıtasıyla aldığı ilk anneler günü hediyesini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Çift kişilik Şebnem Ferah konser bileti, sevgi ve minnet dolu bir koca, buna alet olan küçük bir çocuk, anneler günü zırvalığı… Aklımda kalan birkaç sözcük. Parçaları bir ara birleştiririm düşüncesiyle pek dinlemedim, dinlemek istemedim. Mutlu insanların, hiç olmadık yerlerde az samimi olduğu -hele ki mutsuz- insanlara bu muhabbetleri yapmalarının, şımarıklıktan öte bir davranış olmadığı fikrinde sabittim.

 

Seval inince, derin bir nefes aldım. Dolmuşun güpürlü tavanı, gece klubünü andıran mavimtrak ışıkları altında, radyoda bangır bangır bağıran, içinde “gözlerimin gözü aydın” cümlesinin geçtiği arabesk şarkıyı dinlerken eve varmıştım. Kapıyı açarken Şebnem Ferah’ı sevebilmem için hiçbir neden olmadığını düşündüğümde ferahlamıştım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder