Çok zayıflamıştı. Hasta değildi bildiğim kadarıyla. Yıllar
bedenini ne kadar da eskitmişti. İri kıyım bir adamdı oysa bir zamanlar.
Küçülmüştü sanki. Vücudunun etleri sarkmış, gözlerinin feri gitmiş, bir deri bir
kemik kalmıştı. Yüzü ise her zamanki gibi tıraşlıydı.
Annem ne zaman onu ziyarete gideceğimizi söylese içim pır pır ederdi.
Belki bana her seferinde dondurma verdiğindendi, belki de cebime sıkıştırdığı
harçlıklardan. Tanıdığım tartışmasız en asil adamdı. Halen öyle.
Onu her
gördüğümde karşımda bir dev var sanırdım. Şehir parkının en baba
dondurmacısıydı. Çarşıya ne zaman gitsek annemle muhakkak yanına uğrardık. Bazen
de annemin leziz yemeklerinden sefer tasına koyar ona götürürdük. Böyle
zamanları iple çekerdim. Çünkü o zamanlar şimdiki gibi her bakkalda, o ruhsuz,
hazır dondurmalardan bulunmazdı. Küçücük boyumla tezgaha yapışır, kocaman renkli
dondurmalardan oluşan külahı bana uzatmasını hevesle beklerdim. Hiç şaşmazdı
çünkü.
Yaş aldıkça daha da yakışıklı
olan erkeklerdendi zannımca.
Büyüdüğümde de değişmemişti. Hep asil, hep
mağrurdu duruşu. Ne zaman ne yapacağı her daim belli adamlar olur ya, işte
onlardandı.
Anneme sordum bir gün. “Dayım neden hiç evlenmemiş anne?”
diye.
“Sen onu gençliğinde görecektin kızım” dedi önce. Ayhan Işık derdi
herkes ona. Esnafta onun kadar yakışıklısı, beyefendisi görülmemiştir. Ne
kadınlar koştu peşinden de, hiç birine eyvallah etmedi.”
Neden evlenmez
ki insan onca taliplisi olur da. Aklım almıyordu. En azından o dönem öyle
düşünüyordum.
Bir gün tek başıma yanına gittim. Yine dondurma yedik
beraber. Sonra cebime harçlık koydu. Almak istemedim. Kocaman kız olmuştum
nihayetinde.
“Sen talebesin, al şunu” dedi. Herkes gibi ben de bilirdim
onun lügatında ısrar olmadığını. İşime de gelmez değildi hani. Utana sıkıla alıp
cebime koydum. Sonra döndüm damdan düşer gibi sordum:
-Ya dayı, sen
harika bir adamsın, neden yalnızsın, dedim.
Buruk bir gülümseme yayıldı
yüzüne. Dondurma yediğimiz tabakları üst üste yığmaya başladı. Belli ki ayak
sürtüyordu konuşmamak için. Israr ettim.
“On kardeşten birinin
kendini feda etmesi gerekiyordu yetimlere. Yetimler dediği; biri kız, diğeri
erkek kırk küsur yaşını bulmuş biri bedensel, diğeri hem zihinsel, hem bedensel
engelli kardeşleriydi. Devam etti sonra:
“Baksana herkes kendi yuvasını
kurdu. Çoluğuyla çocuğuyla mutlu mesut yaşıyor. Ben de evlenseydim, kim
bakacaktı bu gariplere.”
Sustum. Konuşamadım. Tüm kelimeler yer yarıldı
da içine girdi sanki.
Her akşam iş çıkışı eve gidiyor, onlara yemek
yapıyordu. Gerekirse çamaşırlarını yıkıyordu. Senelerce yaptığı fedakarlık,
üzerine zamk gibi yapışmıştı.
-Hiç mi sevmedin kimseyi, dedim
bir ara.
“Sen de amma soru sorar oldun mektepli olalı” deyip gözlerini
kaçırdı.
Belli ki bir gönül yarası vardı. Kimbilir ne efkarlı
geceler yaşamıştı onca yıl bir başına. Ne gel-gitler.. Belki de bu yüzden çok
içiyordu.
Eve döndüğümde anneme anlattım
konuştuklarımızı.
“Sevdi.. hem de çok sevdi” dedi. Çok zengin ve güzel
bir kadındı. Ee.. dedim, kadın mı istemedi dayımı? Olur mu, dedi annem. Kadın
çok yandı tutuştu da, bizimkinin eşşek inadı işte. Yetimlere kim bakacakmış diye
tutturdu. Bunca kardeş ortada bırakmazdık elbet onları. Ne kadar “sen düşünme
onları” dediysek de, “olmaz” demiş kadına. Benden sana hayır yok, diye haber
salmış. Kadın bana geldi bir keresinde “Ben bakarım yetimlere. ” dedi ağladı,
yakardı. Yeter ki evet desin bana, dedi.
Gittim anlattım dayına. Böyle
böyle diyor kadın dedim.
“Abla dedi, el kızı üç gün bakar, dördüncü gün
yük sayar dedi.
Bir daha da açtırmadı konuyu
zaten.
Kahrolmuştum. Fedakarlık güzel bir şeydi belki ama. Bu
kadarı da kendine haksızlık değil miydi? Değilmiş. İnsanın kendi için yaşamayı
unutması gereken zamanlar varmış. Kimi zaman bir ömürmüş.
En son
bir iki sene evveldi . Onu görmek istedim. Geniş bir avlu içinde, iki katlı
ahşap bir evde yaşıyordu. Alt kat yetimlerin, üst kat da onundu. Üst kata
dışardan derme çatma bir merdivenle çıkılıyordu. Doğrudan yanına çıktım. .
Küçücük bir odadan ibaretti kat dediğim. Odada tek başına, eski bir masanın
kenarında öylece oturuyordu. Koca bir hayatı özetlercesine. Bir kolunu masaya
dayamış, diğeriyle dizinden destek alıyordu. Bir ara masanın altına gözüm
takıldı. İçki şişelerini oraya istiflemişti. Evde hayat belirtisi yok denecek
kadar azdı.
Çalkanıp ters çevrilmiş bir çay bardağı, plastik şeffaf bir
şekerlik, bir paket kısa Samsun sigarası ve bir de küllük masanın üzerinde
durmuş bana caka satıyorlardı: “Sen yoktun ama biz hep onunlaydık” der gibi
bakıyorlardı. Yatağın başucunda duran piknik tüp ve üzerinde isten kapkara
olmuş bir çaydanlık halinden memnun görünüyordu.
Beni görünce
keyiflenmiş, gözleri ışıldar gibi olmuştu. Bunu sezmiştim. Sarıldı öptü. Çok
özlemişim seni, dedi. Ben de çok özlemiştim ama onu öyle görmek içimi çok
acıtmıştı.
“Vefasız çıktın hayırsız” dedi gülerek..
“Dayı,
gurbet işte, ha deyince kalkıp gelinmiyor ki” dedim.
-Sen nasılsın, bir
ihtiyacın var mı? diye sordum. Hiç tanımamış gibi soruyordum ben de. Açlıktan
ölse, açım demezdi. Bilirdim.
-Sağol, dedi.
Çok zayıflamışsın,
hasta mısın yoksa? diye sordum.
-İştahım yok ki. Canım hiçbir şey
istemiyor.
Öylece birbirimize baktık. Sessizliği ilk bozan o
oldu:
-Yetimleri sahibine teslim ettim Nilgün, artık ölsem de
gam yemem, dedi.
Boğazım düğüm düğüm olmuştu. Kocaman bir taşı
sanki gırtlağıma tıkamışlar, ne aşağı iniyor, ne yukarı çıkıyordu. Güçlükle
konuştum:
Duydum, dedim. İçin rahat mı şimdi, bir ömür adadın kendini
onlara..
Cevap vermekte gecikmedi:
Herkes birilerine adamıyor mu
sanki kendini. Ha biri, ha öteki. Benimki de varsın, böyle
olsun.”
Haksızsın diyemedim.
O zaman hadi gidiyoruz,
dedim. Hem de şimdi. Hiç itiraz istemiyorum.
- Nereye?
dedi.
Benimle geliyorsun, bize gidiyoruz. Bizimle yaşamak istemez misin
hem?
Güldü. Meydan okuyan bir gülüştü ama bu.
-Ben
buradan başka hiçbir yerde yaşayamam, dedi. Buraya aitim. Almanya’daki dayın
geçen geldi, Mersin’deki villasının anahtarını bıraktı, aha şu sehpanın üstünde
duruyor. Git orada yaşa diyor. Ben bu çatının altından başka yerde huzur
bulamam, kimse bilmez tabi..
Israr edemedim çünkü bir insan
ancak bu kadar kararlı görünebilirdi. Sustuk öyle. Bir süre hiçbir şey
konuşamadık. Kulaklarımın zarını patlatan sessizliği bozmak istercesine elimi
çantama attım. Cüzdanımda ne kadar para varsa hepsini çıkarıp üzerindeki yeleğin
cebine sokmaya çalıştım. Engel olmak istedi.
-Lütfen
Pes etti. Onun bir ısrara karşı koyduğuna
ilk defa şahit oluyordum. Eminim ki hayatında ilk kez bir başkasından bir şey
alıyordu.
Hayatı boyunca hep vermiş biri için, almak en zor
olanıdır.
Ağlamaya başladı. Hem de hüngür hüngür. İç çeke çeke. Birlikte
ağladık. Yılların sessizliğini bu gözyaşları ile bozuyordu. Bir ömür susuşların
intikamıydı bu sel olan yaşlar. Çığlık çığlığa bir şeyler haykırıyordu
gözpınarları.
Kulaklarımı tıkamak istedim.
Çocukken yaslanıp,
dondurma beklediğim tezgah üstüme yıkılıyordu. Dondurma tezgahının ardındaki o
dağ gibi adam geldi aklıma. Algılarla beraber hayatlar da değişirmiş
işte.
Sonra kalkıp bir bardak su verdim ona. Yarısını içti. Kalanını da
ben içtim. Vedalaşmak için ayağa kalktım. Doya doya sarıldık. Tam gidecektim ki
arkamdan seslendi:
-Buyur dayı, dedim. Yoksa fikrini mi
değiştirdin, geliyor musun benimle?
Güldü.
-Yok,
dedi.
-Gel, bak şu perdenin arkasında antika bir radyo var. Hakan çok
yalvardı bu radyo için ama vermedim bak, sana sakladım, az daha unutuyordum. Al
götür onu. Baktıkça beni hatırlarsın. Çalışır da ha, bakma sen onun eski
olduğuna. Gerçi fişe takıldıktan yarım saat sonra ancak ses verir ama sonunda
çalışır.
İkimizde bir yandan ağlıyor, bir yandan
gülüyorduk.
Duramamış, yine vermişti işte. Almasam üzülecek,
alsam hafifleyecekti.
“Çok severim ben eski şeyleri” deyip sırtladım
koca radyoyu.
Bu onu son görüşüm oldu. Keşke cenazesine
gitseydim diyorum bazen. Ama hayır. Buna hiç dayanamazdım. Sevdiğim insanları
öylece hareketsiz, savunmasız, hissiz ve soğuk görmeye hiç tahammülüm olmadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder