29 Şubat 2012 Çarşamba

Bana bir masal anlatsana

Yazmaktan ne kadar kazanıyorsun diye densizce soruyorlar bazen. Kızmıyorum onlara. Kör kütük âşık olduğumda ve sevdiğim adamla evlenmek istediğimde de saçmaladığımı söyleyenler olmuştu.
Yazmaya gönül vermek böyle bir şeydir zira. Geride kalacakları bir kalemde gözden çıkarabilmektir. Aşk gibi izahı zor bir tutku, bir vazgeçiş, bir tercih meselesidir yazmak. Yazgıdır. Ne derseniz deyin adına. Tek bildiğim böyle nefes alabildiğim. Gerisi hikâye.
Hikâye demişken;
İstanbul'dan bir yazar dostum birkaç gün için buraya (Bursa'ya) geldi. Yazmaya başladıktan sonra tanıdığım onca güzel insandan sadece biri. Buyurun size yazmanın getirisi: Parayla asla satın alınamayacak nezih ilişkiler.
Aramızda bin kilometre varken tanışmıştık, bir yıl kadar evvel. Şimdi mesafemiz daralınca bir fincan kahve ile taçlandıralım dedik bu şahane dostluğu. Güzel de oldu.
Büyük şehir, tam kırk beş dakikada vardım buluşma noktamıza. Yanıma bir kadın oturdu otobüste. Ben de buluşma noktamıza gidebilmem için hangi durakta inmem gerektiğini ona sordum haliyle. Malûm, şehre halen yabancıyım. Güzelce tarif etti.
Gel gör ki merak bu. İçerde durduğu gibi durmuyor. Sabahın köründe bir otele neden gideceğim onu çok ilgilendirmiş olmalı ki, adresini sorduğum mekânda o saatte ne işim olduğunu öğrenebilme gayretiyle inceden inceden sorular sormaya başladı.
Sezdim tabi manzarayı. Kadınlar bu konularda gerçekten çok usta. Öğrenmek istediklerini ne yapar eder öğrenirler, öğrenmeden de yakanızı bırakmazlar. Karşısındaki insan niyetini sezmediği sürece de önce gerçeğe, sonra Nirvana'ya ulaşırlar. En kötü ihtimalle benim ağzımdan, gerçek olmayan ama bambaşka insanların gerçeklerini dinlerler. Ben sadece aracı olurum buna. Elçiye zeval olmaz.
Kadın bana dönüp, "hayır mı, şer mi" deyince motoru çalıştırdım: Aslında bir üniversite öğrencisi olduğumu, parasızlıktan okulu bırakmak zorunda kaldığımı, şimdi de bir iş görüşmesi için otelde birinin beni beklediğini anlattım.
Bana acıyarak bir bakış fırlattıktan sonra, ne olursa olsun insanın okulunu bırakmaması gerektiğini, her zaman makul bir çıkış yolu olabileceğini, daha iyi bir seçenek bulana kadar, gerekirse köprü altında yatıp kalkıp derhal okuluma dönmemin en doğru karar olduğunu izah edip, beni otele çağıranların sağlam pabuç olamayacaklarından da bahsedip sıkı sıkı öğütledi.
Ona, söylediklerini düşüneceğimi söyleyip inmem gereken durakta arkama bile bakmadan indim. Muhtemelen el sallamıştır arkamdan.
Uzun ve kısa mesafeli tüm yolculuklarımda yaparım bunu. Karşımdakinin o manasız merakını sezdiğim an, bu sistem tıkır tıkır işler. Ben bile anlamıyorum nasıl olduğunu.
Kâh kocasından şiddet görüp evini terk eden kadın oluyorum, kâh aile içi tacizden kaçıp kadın sığınma evlerinden birine giden bir mağdur.
Bazen çocuk sevgisiyle yanıp tutuşan, bu yüzden de evlâtlık bir çocuk almak için fakir bir ailenin yanına giden zengin bir kadın. Kimi zaman da Mardin'deki toprak ağası amcamdan kalan mirasla Anadolu turuna çıkmış bir seyyah.
Misal en son; çocukken bizi terk eden annemi yıllardır aradığımı, en sonunda onu Müge Anlı'nın programı sayesinde nihayet bulduğumu, şimdi de ona kavuşmak için o şehre gittiğimi anlatmıştım birine. Bunu yaparken kendimden yaşanmışlıklar da serpiştiriyorum aralara. Baharat niyetine.
Yol boyunca sıkı bir muhabbet sürüyor. Bir de bakmışız menzildeyiz. Yollar bitiyor lâkin hikâyeler bitmiyor. Yarım kalmış hikâyelerimizle, kaldığımız yerden gerçeklerimize dönüyoruz yüzümüzü.
Netice itibariyle o kadınların kafaları benim yarım bıraktığım hikâyeleri tamamlamakla meşgulken, ben de Red Kid gibi ağzımdaki mozaiklenmiş sigaramla yeni ufuklara çoktan yelken açmış oluyorum.
Ömrümün kalan kısmında yüzlerini bir daha asla görmeyeceğim insanlarla birbirimize minik jestler yapıyoruz bu sayede.
Bu hikâyeler bazen o kadar dallanıp budaklanıyor ki, yan koltuktaki kadına dönüp mendil uzatmak zorunda kalıyorum. Hâl böyle olunca telefonunu vermek isteyenler, "hamili yakınımdır" yazılı kart uzatanlar, mail adresini bir kâğıt parçasına yazıp elime tutuşturanlardan tut da, şirketinde iş vermek isteyenlere kadar ürkütücü olabiliyor durum. Bir ara tüm bunları derlesem sıkı bir kitap çıkar diye düşünüyorum.
Her seferinde acıklı öyküler anlatmıyorum bu arada. Mutlu öyküler de çıkıyor. Birkaç ay evvel memlekete giderken yanıma oturan kadına; aslında benim çok tanınan bir yazar olduğumu, bugün de kitaplarımı imzalamak için o şehre davet edildiğimi oradan da "en iyi hikâyeci" ödülümü almak için Almanya'ya gitmem gerektiğini anlattıktan sonra bütün bunların son günlerde üzerimde bıraktığı tatlı yorgunluktan bahsettiğimi gayet iyi anımsıyorum. Geçmiş gün; daha fazlasını da anlatmış olabilirim.
O yolculuklarda anlattığım yüzlerce hikâye arasında bir yerlere de kendimi gizliyorum. Gizem hoş bir şey. Tadını kaçırmadığınız sürece.
Bir tür antreman bu. Nasıl desem, doğaçlama yoluyla hikâyeler yaratma. İstismar olarak düşünenler olacaktır bunu. Değil aslında. Kimseyi yaralamıyorum. Bilakis sıcak kanlı bir insanın, soğukkanlı hikâyelerini dinlemek onların hoşuna gidiyor. Beni dinlerken kendilerinden bir şeyler buluyorlar çoğu zaman. Sonra kendiliğinden tel tel çözülmeye başlıyorlar.
En önemlisi insan hikâyelerini seviyorum. İster acıklı bitsin, ister mutlu. Fark etmiyor. Hepsi bizden, hayatın taa içinden. Ya yaşanmış, ya yaşanası.
Samed Behrengi'nin "Küçük Kara Balık" kitabını okuyanlar bilir. Benim asıl derdim bu aslında. İnsan, hayallerinin peşinden gittiği sürece değerlidir. Tıpkı küçük bir kara balık gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder