29 Şubat 2012 Çarşamba

Korkma evlat!

Kerime Kadın aşağı, Kerime Kadın yukarı. Tüm yayla öyle anardı onu.Garibin öteye beriye gittiği de yoktu. Koca koca çam ağaçlarının altına kondurulmuş kiremit çatılı, taş duvarlardan örülmüş tek gözlü evinin iki metre ötesine geçtiği görülmemişti. Elinde erzak poşetleri ile haftada bir iki defa yanına gelen oğlundan başka ziyaretçisi olmazdı.
Okulların kapanmasını zor beklerdi bizimkiler. Yol kenarındaki incir ağaçlarının geniş yaprakları üzerlerine pudra serpilmiş gibi tozdan görünmez hale gelince yayla yolu görünürdü bize de.
Yayla sezonu; şehir merkezinden 1200 km yüksekteki Toroslarda; elektriksiz, susuz, gündüzleri bahçedeki dev ceviz ağacının, geceleri ise gaz lambasının gölgesinde geçecek sıkıcı saatler silsilesi demekti. Kerime Kadın da bu kâbusun tuzu biberiydi.
Kerime Kadın'ın evi yaylada, ekmek almak için her gün gitmek zorunda olduğum fırına varmadan, sayısız çam ağaçlarının arasında, etrafında sadece birkaç hanenin olduğu ıssız bir yolun biraz iç tarafındaydı. Oradan geçmek zorunda olduğum zamanlarda bütün hızımla koşar, her seferinde nefes nefese kalırdım.
Kerime Kadın'ın evinin içini hiç görmedim. Lâkin dışına bakınca içini hayal etmek çok da zor olmuyordu. Eski püskü, etrafa özensizce yayılmış eşyalar, bir köşede gelişigüzel üst üste atılmış odunlar, sağa sola savrulmuş çöpler inanılmaz korku vericiydi.
Bazen evinin etrafında sırtında kamburu, elinde bastonu ile ağaçların altında gizemli birkaç tur atarken görürdüm onu.
Günün birinde annem, Kerime Kadın'ın o tek odalı hânesinin birkaç metre arkasında kalan ahşap bir evin sahipleriyle tanıştı. Karı koca öğretmen emeklisi, şirinlik muskası bir çiftti bunlar. İnsanı yormayan, dünya tatlısı bir halleri vardı.
Zaten annem gün görmüş kadındı. Kendini üzecek insanları sanki önceden tahlil eder, o tiplerin etrafında öbeklenmesine asla izin vermezdi. Bunu nasıl becerirdi hiç anlayamadım. Anladığım tek şey, bu durum genetik değildi.
Bu emekli çift beni çok sevmiş olmalıydı ki, annemle ne zaman onlara gitsem kendimi özel hissetmemi bir şekilde sağlıyorlardı. Onlarla tanışıklığımızın tek kötü yanı, evlerinin Kerime Kadın'ın evinin hemen arkasında olmasıydı. Neyse ki annem her seferinde yanımda oluyordu.
Yaşlı çiftin ahşap evlerinin bir köşesi her daim günlük gazetelerle dolu oluyordu. Hayatın aktığı yer bir çocuğun baktığı yerdedir. Hal böyle iken o köşe koca Toroslarda beni bir girdap gibi içine çekiyordu.
Annem ev sahipleri ile hoş beş ederken, ben de gazetelere dalar dünya ile iletişim kurmaya çalışırdım. Hem de büyük bir keyifle.
Orada olduğum zaman diliminde gazeteleri okumakla bitiremediğimi gören ev sahipleri, geri kalanları biz eve dönerken kolumun altına sıkıştırırdı. Hiç itiraz etmeden, büyük bir minnet ve memnuniyetle kabul ederdim bunu.
Annem bir ara yaşlı çifte yaptığı rutin ziyaretlerine ara vermişti. O gün de canım çok fena sıkılıyordu. Canımın sıkıntısını giderecek tek bir şey vardı ve buna annemi derhal ikna etmeliydim.
Ne kadar yalvardıysam, annem Nuh dedi, peygamber demedi. "Tek başına git, gazeteleri al gel, burada okursun" dedi. Teklifi güzeldi güzel olmasına da oradan geçerken ya Kerime Kadın evinden çıkıverir, beni saçımdan tutar, sonra da evine sürükleyip akıl almaz işkencelerle öldürürse?
İhtimaller hiç de iç açıcı görünmüyordu. En iyisi bir iki gün daha sabredip annemin keyfinin yerine gelmesini beklemekti.
Zaman, ağır bir hastalık gibi seyrediyordu o gün. Her geçen dakika bir öncekinden daha çekilmezdi. Ya can sıkıntısından ölecektim ya da Kerime Kadın'ın elinden olacaktı ölümüm. Bir tercih yapacak kıvama gelmiştim nihayet.
Bir başıma yola koyuldum. Adım adım ölüme gidiyordum. Keyifle okuyacağım gazeteleri unutmuştum bile.
Gazetelere ulaşabilmem için öncelikle Kerime Kadın'ın evinin hemen arkasından geçmek zorundaydım. Daha önce oradan tek başıma hiç geçmemiştim. Evin arkasından geçerken olabildiğince sessiz olursam belki beni fark etmezdi, böylece kefeni yırtabilirdim.
İhtiyarın evinin hemen arkasındaydım şimdi. Etrafta ağustos böceklerinin cır cır ötüşünden başka tek bir ses yoktu. Ağustos böceklerinin sesi ilk kez Jaws filminin altı üstü iki notadan oluşmuş müziği kadar ürkütücü geliyordu kulağıma. Üstelik bir cani için alabildiğine davetkâr bir tınısı vardı.
Olabildiğince yavaş fakat kendimden emin olmayan adımlarla evin arkasında ilerliyordum. Etraf leş gibi kokuyordu. Kadın, belli ki yıllardır yıkanmamıştı. Bu koku; evin etrafından tek başına geçerken Kerime Kadın'ın ağına takılan, katledildikten sonra evin içindeki taş duvarlarda çakılı iri kancalara asılmış çocukların ölü bedenlerinden de geliyor olabilirdi. Bu fikir ve kokunun birbirine karışması başımı döndürmeye, midemi bulandırmaya yetmişti.
Bir iki adım daha atabilirsem bu kâbus sona erecekti. Tam o esnada yerde duran kurumuş bir çalının üzerine basmıştım. Koca çam ağaçlarının arasında yankılanan "çatırrtt!" sesi ile birlikte bütün ağustos böcekleri sus pus oluvermişti.
Lanet olası herifin teki kıçıma bir kantar asmış olmalıydı ki, kıpırdayamıyordum.
Düşünemeyecek kadar korkuyordum. Tam da beynim; buradan koşar adım uzaklaşmanın iyi bir fikir olduğunu vücuduma emretmek üzereyken Kerime Kadın'ı karşımda buldum.
Öylece kıpırdamadan bana bakıyordu. Bence nefes bile almıyordu.
Sırtındaki kamburunu hiç bu kadar yakından görmemiştim. Tıpkı filmdeki adamı andırıyordu. Notre Dame'ın Kamburu muydu neydi hani.
Sağ eliyle sıkı sıkıya yapıştığı asasının tepesinde şahmeran motifi vardı. Şahmeranın dilindeki çatal her an için yerinden fırlayıp beni sokacak gibi duruyordu.
Ben ona bakarken o da tek kelime etmeden baştan aşağı beni süzüyordu. Doksan küsur yaşındaki bir kocakarının, el kadar sabiyle ne gibi bir alıp veremediği olabilirdi? Bunu aklım almıyordu, çünkü aklımı yitirmiştim.
Bana doğru yürümeye başladı. Damarlı ellerinin üzerindeki ölüm lekelerine dikkat kesilmiştim. Elini bana doğru uzattı. Demek tek eliyle beni boğazlayabilecek kadar gücüne güveniyordu kocakarı.
O an bana doğru uzattığı elindeki bozuk parayı fark ettim.
- "Bana fırından taze bir ekmek al gel çocuk!"
Dün gece evindeki elektrik şalteri bozulunca korkudan aklını yitirmek üzereyken beni arayan alt komşumun karanlıkta kalma fobisi varmış meğer. Telaşlı sesini alır almaz soluğu yanında aldım haliyle. Komşunun soğuk soğuk döktüğü terler, bana en son kimden ve neden korktuğumu düşündürdü.
Korku denen illet, tıpkı amansız bir aşk gibi kafamızda yarattığımız bir canavardan farksızdır. Müsaade ettiğimiz kadar var, etmediğimiz kadar yoktur. Fakat bunun mantığını karşınızdakine anlatmak, çoğu zaman yazmaktan daha zordur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder