29 Şubat 2012 Çarşamba

Kürdün gızı

Perihan'dı adı. Kumral, kıvır kıvır saçları, beyaz teni ve masmavi gözleri ile mahallenin en dikkat çeken kızlarından biriydi. Çukurova'nın cehennem sıcaklarında herkesin leblebi gibi kavruk gezdiği bir kasabada onun sokakta ay parçası gibi salınmasını kimse görmezden gelemezdi haliyle.
Aynı sokakta yaşamak bizim çocukluğumuzda akrabalıktan öte bir ayrıcalıktı. Perihan sokağa çıktı mı erkeklerden çok kızların bakışlarına hapsolurdu. Aslında ahım şahım şeyler giyindiğini hiç görmemiştik. Allah var ne takıp takıştırdığı, ne de sürüp sürüştürdüğü vâkiydi. Alımlı olmak dedikleri böyle bir şeydi sanırım.
Perihan'dan çok Kürt Maho'nun gızı diye bilirdi mahalleli onu. Akıllı uslu, sessiz sakin, daha çok kendi halinde, çalışkan ve edepli bir kızcağızdı. Hani ne etliye ne sütlüye cinsinden denebilirdi.
Bildiğim kadarıyla yıllar evvel Siverek'ten gelip göçmenlerin ağırlıklı olarak yaşadığı bizim mahallede sükun bulmuşlardı.
Kürt Maho'nun karısı (Perihan'ın annesi) Hasret Hanım, bizim evin önünden gelip geçerken iki dakikalığına da olsa kapımızı muhakkak çalar, annemin halini hatırını sorup helâllik almadan ayrılmazdı. Ne hikmetse her uğrayışında Ziraat Bankası'nda kadrolu muhasebe memuru olarak çalışan oğlunu methetmeyi de atlamazdı. Çok sürmemiş dilindeki çıbanı patlatmıştı zaten.
Yine bir gün görümcesine yapacağı rutin ziyaretlerin hemen öncesinde bizde konuşlanmıştı. Bu defaki uğraması daha öncekiler gibi pek öyle ayaküstü değil gibiydi. Bu durum "Aysel Hanım'cım kahven yoksa söyleyeydin de evden bir tutam getireydik" şeklindeki lâf sokmalarından ayan beyan anlaşılıyordu. Annem de mesajı alıp mutfağın yolunu tutmuş az sonra elindeki gümüş tepside iki fincan kahve ile dönüvermişti. Ders çalışmakla meşgul olduğumdan yarım saat süren konuşmalarından mahiyeti o an için pek kavrayamamıştım.
Ertesi gün Hasret Hanım'ın ablamı oğluna gelin etme derdinde olduğunu rahmetli babam sağır sultanın yedi düveline duyurmuştu. Babamın mevzuyu dilli düdük etmesiyle birlikte her seferinde olduğu gibi o akşam da başta first lady babaannem, akabinde amcamlar, halamlar ve tüm kuzenlerim bizdeydi. Bunun ne türden bir gurur vesilesi olabileceğini asla öğrenemedim.
Ablam için eve gelen görücülerden çok evde esen bayram havası ilgilendirirdi beni. Velhasıl kelâm akşam olmuş beklenen misafirler devlet erkânı gibi karşılanmıştı.
Kürt Maho'nun oğlu, öğütlenmiş gibi ablamın tüm testlerinden adım adım başarıyla geçiyordu.
Meselâ, kız isteme merasimine takım elbise ile gelmişti. Kız istemeye takım elbiseyle gitmek o yıllarda Müslüm Gürses konserlerine jiletle gitmek kadar racondu. Bunun (takım elbise - kız isteme korelasyonu) şimdiki ehemmiyetini bilmediğim gibi merak da etmiyorum.
Gümüş gondolda beyaz tüllerle süslenmiş markalı çikolatalar kapıdan girer girmez ablama uzatılmıştı. Kırmızı güllerin, deniz kabuklarından yapılmış antik vazoya ıslandığı dakikalarla sanırım aynı sularda olmuştu bu. İş akış şeması domino taşları seriliğinde tıkır tıkır işliyordu. Son anda ortaya çıkacak bir aksilik işi bozmazsa bu defa armut sapsız, üzüm çöpsüz görünüyordu.
Gerçi damat adayının takım elbisenin içine giydiği üç ayrı renkli, Selanik örgülü süveterle dalga geçtiğimi duyunca ablamın suratı biraz düşmüştü ama neyse ki annemin "o kadar kusur kadı kızında da olur" demesi ortamı biraz olsun yumuşatmıştı.
O dakikaya dek hiç bir arıza çıkmamış, kız istenmiş, sıra ağızların tatlanmasına gelmişti. Bizim cillop damat adayı bir gol daha atıp çikolataların dışında şehrin en baba pastanesinden aldığı iki kiloluk fıstıklı baklavayla da son şovunu yapmıştı.
Muhabbet giderek koyulaşmış, herkesin yüzüne tatlı bir tebessümle beraber hafif bir rehavet yayılmış, konu nişan ve düğün tarihlerine kadar ballanmıştı.
Tam her şey tıkırında gidiyor derken bizim şahbaz damat bir ara annesine dönüp Kürtçe bir şeyler söyleyince ablamın devrelerinin yandığına bir de kapıdaki arabanın balkabağına döndüğüne bire bir şahit olmuştum.
Herif o an orda gaz kaçırsa ablam belki bunu affedebilirdi ama öylesi bir ambiyansta bu hareketle hadisenin bütün gazını kaçırmıştı.
Ertesi gün kapının hemen önündeki on kiloluk zeytinyağı tenekesinden bozma çöp kutusunda bir demet kırmızı gülü gören konu komşunun dilinden çıkan rutin dedikodular çoktan uzaya karışmıştı bile. Perihan'la akraba olamamıştık.
Haa Perihan mı? Her ikimiz de üniversiteyi aynı sene içinde kazanmıştık. Birbirimizi can-ı gönülden tebrik etmiş sonra kendi yollarımıza gitmiştik.
İlk yarı yıl tatilinde memlekete döndüğümde mahalleyi kasıp kavuran söylentilerin haddi hesabı yoktu. Duyduklarıma bir türlü inanmak istememiştim.
Perihan önce ailesinden habersiz okulu bırakmış sonrasında yasadışı bir örgüte karışıp Mardin'de askerle girdiği çatışmada ölmüştü. Mahallelinin dilinde ise elli türlü hikâye dolaşıyor, her evde ayrı kazan kaynıyordu.
Yok efendim kürdün gızı birine gönlünü kaptırmışmış, oğlanın peşinden Mardinlere gitmişmiş, yok aslında kıza ilâç içirmişlermiş sonra da uygunsuz resimlerini çekmişler, örgüte girmezse bu resimleri ailesine göndermekle tehdit etmişler, miş mış muş...
O günlerde mahalle bakkalında abisini görmüştüm.
Beni görmesiyle kafasını başka tarafa çevirmesi bir olmuştu. İnadım tutmuş yanına gidip ısrarla selâm vermiştim. Selamımı almamıştı bile. Eşek inadım daha da kabarmış, iyice yaklaşıp "Perihan'ı soracaktım" demiştim.
Cevabı buz gibi soğuktu.
- "Ölmüş. Bizim için de öldü zaten."
Kahrolmuştum...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder