Bu sabah ablamla konuştuk. Telefonda heyecanını
gizleyemiyordu:
-Bil bakalım senin hangi çocukluk fotoğrafına rastladım
bugün?
İnsanın çocukluğa ait topu topu iki resmi olunca, tahmin etmek çok
zor olmuyor.
Dinlemeye devam ettim:
“Bir deniz kenarındayız bak
burada. Sen yedi, bilemedin sekiz yaşlarında falansın. Bütün kız kardeşler bir
aradayız hatta. Ama en tuhaf sensin. Sahi niye böyle?”
Hayatı
aykırılıklarla geçmiş biri için, bir fotoğraf karesi ne ki abla? diyemedim
tabi.
Onun yerine:
-Hatırlıyorum o resmi.
Gülmeye başladı.
Ama saçların da çok komik!
-Haklısın abla. O resmime ben de çok
gülerim.
Aslında resim, tipik bir sahil karesi. Mayolu, güneş
gözlüklü insanlar, kumsalın üzerine çökmüş, arka fonda deniz falan..öyle
işte..
Ama o resimde sıradan olmayan bir şeyler var. Misal benim
kıyafetlerim. Herkes şortla, mayoyla poz verirken, benim üzerimde kollarını
dirseğime kadar kıvırdığım kire kör renkte merserize bir kazak, alttan da basma
bir şalvar. Diz çökmüş ve ellerimi dizime koymuşum. Saçlarım
kısacık, Hülya Koçyiğit’in besleme filminden kopyala yapıştır yapılmış
sanki.
Arkamda ablalarımdan başka iki kadın daha var. Rebecca ve
Amanda. Benim yanımda tıpkı benim gibi diz çökmüş genç ve yakışıklı iki adam
var. Biri Peter, diğeri Criss. Kanada’dan gelmişlerdi. Biz kamyonla denize
giderken, onlar da yolda otostop çekmişler, babam da kamyonun kasasına
atlamalarını işaret etmişti. Ablama onların isimlerini saydığımda hayretler
içinde kaldı:
- Nasıl hatırladın sen o isimleri.
Evet abla.
Unutmak mutluluktur. Bu yüzden mutsuzum sanırım..
Resme takıldım
gün boyu. Ailenin beşinci kızı olarak dünyaya gelince bir yere giderken de “Bak
başının çaresine!” durumları hasıl olurmuş belli ki. Ben de karıştırdığım
çamaşır selesinde o kazakla, basma şalvarı kaptığım gibi kamyonda bulmuşum
kendimi.
O güne çok içerlemiştim aslında.. Herkes güzel güzel
giyinirken, ben külkedisi gibiydim. Bunu ertesi gün dert ortağım Polis amcaya
anlatmıştım hatta.
Adının “Rafet” olduğunu salâsı verilirken
öğrenmiştim. Evlerimiz karşılıklıydı. Elli- altmış yaşlarında falandı. Polis
memuruyken bir yaralanma sonucu malulen emekli olmuştu. Bu yüzden tüm mahallenin
Polis amcasıydı.
Baharla beraber yol kenarındaki incir ağacının altına
tekerlekli sandalyesiyle gelir, güz gelene kadar da içerde gün geçirdiği
olmazdı.. Her gün öğleden sonra incir ağacının altına bakar, onu görür görmez
yanına koşardım. Çünkü o yaşlarda beni sadece o dinlerdi. Anlardı demiyorum,
lütfen. Çünkü çoğu zaman anlaşılmak için değil, sadece birileri dinlesin diye
konuşuruz.
Belki kaçamadığı için mecburdu beni dinlemeye. Bunu
hiç öğrenemedim. Beni dinlemekle kalmaz, çoğu zaman anladığına inanırdım.
Gözlerimin içine bakarak konuşurdu benimle çünkü. Gözlerimin içine bakarak
konuşan insanlara güvenmeyi ondan öğrendim hatta. Sadece gazetesini okurken
gözlerini ayırırdı benden. Zaman zaman buna sinirlenir, bacak kadar boyuma
bakmaz, “Ne olur sesli okusana Polis amca” derdim. Önce güler, sonra dediğimi
yapardı. Bizim eve gazete girmediğinden gazeteden haber almak sıra dışı bir
şeydi.
Ailenin beşinci kızının dünyaya geldiği gün, babam
İzmir’deymiş. Birkaç gün sonra doğum oldu mu diye evi aramış. Oldu demişler.
Erkek çocuk delisi babam ne oldu diye heyecanla sormuş. Derin bir sessizlik
olmuş o an telefonda. Herkes susunca “biri kız doğurdu” denir ya, o biri,
annemmiş işte. Sonra babam İzmir’den İstanbul’a yük almış ve bir ay boyunca eve
dönmemiş.
Bunu bir tek Polis Amca’ya anlatmıştım. Gözlerimin dolduğunu
görünce “ Bu güzel gözlere yaş dolmasın bakayım, bak kızarım sonra” demişti. Ben
gözyaşlarımı silerken, “Sür bakalım sandalyemi de mahalleyi turlayalım”
demişti.
En sevdiğim iş onu tekerlekli sandalyesiyle gezdirmekti çünkü.
Bunu bilirdi. Sonradan anladım bunu o gün kasten yaptığını. Dolaşmayı sevmezdi o
çünkü. Tek meskeni o tozlu incir ağacının altıydı.
Çok büyük
acılar çekerek öldüğünü hatırlıyorum. Son zamanlarında o kadar çok ağrısı
olmuştu ki, geceleri mahalle inim inim inlemişti bağırtısından. Bir keresinde
anneme sorduğumda “Kötü hastalık kızım” demişti.
Ölüme adım adım
yaklaştığı günlerde , geceleri acıdan avaz avaz “Nilgün!!! Kızım!!! Neden
gelmiyorsun yanıma, canım çok yanıyor Nilgüünn!” diye haykırışı kimi geceler
halen kulaklarımı tırmalar.
Kötü hastalık neden iyi insanların başına
musallat olur ki ?
Dışarıda öldüresiye yağmur var yine. Şehrin
insanları maskeleri kollarının altında hızlı adımlarla evine gidiyor şimdi..Şair
demiş ya:
Islak sokaklar mevsimindeyiz artık.
Bu
kalabalık şehre hüzün yağar bu zamanda.
Yalnızlık yağar
caddelerine.
Darmadağın saçlar, ıslanmış yüzler hep yere
bakar.
Kahvelere bile dert yüklenir
Çayları daha bir
demlidir..
Herkes kendi türküsünü söyler bu şehirde,
Sadece kendi
acısına ağlar.
Gene başım çatlayacak gibi. Ne zaman yazı
yazmaya kalksam böyle oluyor. Güz sancısı ağır geçer, sanırım bundan. Bir
büyücü kadın tanırdım eskiden. Ne zaman büyülerle uğraşsa o gece uyuyamadığından
yakınırdı.. “Gene uyutmadılar” derdi.
Beni de kelimelerim uyutmayacak bu
gece.
Büyüden beterdir kelimeler.
Her şeye rağmen, asıl yazmazsam
marazlanırım ben.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder