29 Şubat 2012 Çarşamba

Gönül yakınlıkları

 Tam olarak doksan yedi yılının eylülünde, bir Güneydoğu ilinde tanımıştım onu. Kimi insanlarda olur, çekim alanına girdiniz mi geri dönüşünüz çok kolay olmaz. Bir tür kader sekmesi olmalı. Çünkü o kişinin, sizin hikâyenizde bir şekilde yer alması gerekiyordur.
İnsanlar çift yaratılırmış derdi annem. Bunu söylerken fiziksel bir benzerlikten mi bahsederdi yoksa bugünün deyimiyle ruh ikizlerini mi ima ederdi hiç öğrenemedim. Hangisini kastettiğini merak ettiğimde annem çoktan ölmüştü.

Arzum Onan'a benzetmiştim onu ilk görüşte. Televizyonda, gazetede o kadını gördüğümde gayrı ihtiyarı halen gözlerim ışıldar. Bu benzetmem fiziksel yönüyle birlikte aynı zamanda masumiyet ve duruluk anlamında.

Mesleğe yeni atandığımız yıllarda herkesin herkese yabancı olduğu bir mekânda birbirimizi eskiden beri tanıyor gibiydik. Orada her gün bir arada olma zorunluluğumuz sadece Allah'ın bize bir lütfu olmalıydı. Gönül yakınlıklarının başlama hikâyeleri hep birbirine benzer, farkındayım.
Çok değil tam bir yıl sonra kendimi binlerce kilometre uzakta bulmuştum. Gözden ırak olanın gönülden de ırak olabileceğini yavaş yavaş öğreniyordum. Kaldı ki aradan geçen beş yılın ardından geride kalanlar tatlı bir anıdan ibaretti.

Nasıl olduysa bir gün izimi bulmuş aramıştı. Ne sevinmiştim o gün. Çok sevdiğiniz, mevsimi geldiği halde, o kadar aramanıza rağmen evin içinde bir dilim ekmek olan kazağınızı, ummadığınız bir zamanda buluverirsiniz ya, öylesi bir sevinçle karşılamıştım gelişini.
Kötü bir haber bahanesi olmuştu. O dönem aynı yerde çalıştığımız Berrin vardı. Güzeller güzeli İzmirli bir kızcağızdı. O bölgeden, kendinden yirmi yaş büyük, yedi çocuklu bir adama âşık olmuştu Berrin. Gönül işte, kapılmış gitmişti. Ne kadar yapma etme dediysek de dinletememiştik. Aşkın ve aklın yan yana durduğu nerede görülmüştü ki.

Ben oradan ayrılırken Berrin o adamla evlenmiş bir de kızı olmuştu. Adam çocuklarından altısını yanına almış, en küçüğünü de eski karısına vermişti. Böylece Berrin bir yıl içinde tam yedi çocuk annesi oluvermişti. Yaklaşık altı yıl boyunca hem mesleğine devam etmiş hem de çocuklarına annelik yapmaya çalışmış. Lâkin bu yorucu süreç içerisinde kendi kızına yeterli ilgiyi gösteremediğini düşünmüş, onu İzmir'e, annesinin yanına göndermiş.

Aradan yaklaşık beş yıl geçmiş, Berrin tüm zorlulara rağmen evliliğini sürdürmüş. Kocasının diğer annedeki oğlu bir ramazan gecesi Berrinlere misafir gelmiş. Bu art niyetli misafirlik o gece kurşun sesleriyle bölünmüş. Berrin'in hayatı o gece son bulurken, kocası ağır yaralı olarak kurtulmuş.
Bu hikâye ile her ikimiz de çok sarsılmıştık. Günlerce Berrin'i, Berfin'i (Berrin'in İzmir'deki kızı) aşklarını, töreyi ve ölümü konuşmuştuk.

Berrin'in ölümünden yola çıkıp kendi hayatlarımızın en hassas detaylarından dem vurmaya başladığımızı günler sonra fark etmiştik. Meğer birbirimize anlatacak ne çok şeyimiz varmış. Murathan Mungan'ın da dediği gibi insanları kaderleri değil, kederleri bir araya getirirmiş. Öyleymiş.
Hayatın o kasvetli, acıtan hır gürü arasında kendimize nefes alma alanı açmıştık. Kurduğumuz bu bağ, akıp giden zaman içerisinde o kadar güçlenmişti ki eş zamanlı olaylar yaşayıp yine eş zamanlı duygular yaşar hale gelmiştik.

Sesli düşünebildiğiniz birinin yanında kendinizi hem huzurlu hem de hayata kafa tutarken bulursunuz, bilirsiniz işte.
Birbirimize dayanmaya başladığımız andan itibaren sanki hayatla olan müsabakamız daha da şiddetlenmişti. Tanrı, bizi bir çift yürek sayıp aynı anda, benzer olaylarla sınıyordu.
Bir müddet sonra Tanrı benimle uğraşmayı bırakmış, onun daha çetin olduğunu düşünüp amansız hırpalamalarını onunla bire bir götürmeye karar vermişti.
Yaşadığı onca felâketi öyle bir metanetle karşılıyordu ki gördüklerime inanamayıp zaman zaman ona "senin artık ermiş olabileceğini düşünüyorum" diye takılıyordum. Şaka yaptığımı sanıyor, söylediklerimi her seferinde şen kahkahalarıyla cevaplıyordu.
Sıradan bir kadının böylesi zorlukları soğukkanlılıkla atlatabilmesi için ya duygusuz ya da ermiş olması gerekiyordu zira. Kaldı ki o, tanıdığım en naif kadındı.

Sonra bir gün telefon konuşmalarımızın eskisi kadar sık olmadığını fark ettim. Bunu ilk düşündüğümde canım çok yanmıştı. Eskisi gibi beni aramadığını, konuşsak da çok derinleşemediğimizi, benim fani ve boktan dertlerimi dinlerken bana eskisinden çok daha farklı bir dünyadan baktığını görmem hiç de zor olmamıştı.
Erenler kervanına katılmıştı işte, yanılmamıştım.

Sonraki görüşmelerimizde bana her fırsatta Allah'ı dilemekten, her şeye inanç filtresinden bakıldığında dünyadaki her sorunun küçüldüğü bıkmadan anlatıyordu. Onu dinlerken ne kadar sıkıldığımı bile bile üstelik.

O benim ciğerimi bilirken, hislerimi inkâr etmemin hiç bir anlamı yoktu. Birinin sizi çok iyi tanıyor olmasının en kötü yanı budur: Kafanızın üstünde konuşma balonu varmış gibi dolaşmak.
Tek dileğinin bu huzuru benim de tatmam olduğunu söylediğinde, beni hâlen ne kadar çok sevdiğini görmem payıma düşen bencilce bir mutluluktu.

Yıllar evvel, şu an adını bile hatırlamadığım bir İslâm âliminin yazmış olduğu bir kitapta okumuştum. Birini ya da bir şeyi Allah'tan çok severseniz, Allah onu bir gün mutlaka elinizden alır diyordu. Çünkü Allah'ın sıfatlarında biriymiş kıskanmak. Kulu, kendisinden çok kimseyi sevsin istemezmiş. Limiti aştığımız an, sistem otomatik olarak devreye girermiş. Bu da başıma gelmişti nihayetinde. Onu her şeyden ve herkesten çok sevdiğim için.

Allah, benim en sevgili dostumu benden kıskanmış ve elimden almıştı. Sen sen ol, hiç kimseyi benden çok sevme deyip kafama sopasını indirivermişti.
Hani Allah İbrahim'i de sınamıştı. Sevgini ispatla ve İsmail'i kurban et bana demişti. İbrahim de kayıtsız şartsız itaat etmişti. Şimdi bu hikâyede kim, kime, kimi kurban etmekteydi. İbrahim hangimizdi, İsmail gerçekte o muydu, ben miydim?

Onun tarifsiz yokluğuna alışmam belki zaman alacak. Koca bir göktaşı çarpmış gibi açılan oyuk belki usul usul kendini onaracak, bilemem.
Şunu da unutmuyorum. Gerçek sevgilerin fiziksel yakınlıklara, kablolara, elektro-manyetik dalgalara hatta kelimelere dahi ihtiyacı yoktur.
O halde sorun ne diyorsunuz değil mi?

Sorun şu: Eski bir resminiz vardır. Bu resimde mutlu mesut bir poz vermişsinizdir. Resminizi görenler her fırsatta ne kadar iyi göründüğünüzden bahsederler. Aslında o resmi iki kişi çektirmiştiniz. Ama resmin yarısı bir süre evvel yırtılmıştır. Bunu bilen tek kişi de sizsinizdir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder