29 Şubat 2012 Çarşamba

04.30 treni

Saatlerdir sokakta aylak aylak dolaşmaktan yorgun düşmüştüm. Babamla bu sabah yine birbirimize girmiştik. Son günlerde iyice sıklaşan kavgalarımız evde yaşayan herkesi canından bezdirmişti.
Kemanımı sırtlayıp kapıyı çarptığımı hatırlıyorum en son. Akşam eve dönmek istediğimden emin değildim. Öğleden sonra keman kursum vardı, onu aksatmamalıydım. Bu ara severek yaptığım tek işti bu.

Şilan, kursta bana en yakın olan arkadaşımdı. Keyifsizliğimi fark etmiş olmalı ki canımı sıkan şeyin ne olduğunu sorduğunda ona, sabah olan biteni özetlemiştim. Eve dönmek istemediğimi ekleyerek.
Beni evine bu gece kalmam için davet edince bir an yerimi, yatağımı yadırgayabileceğim aklımdan geçti. Artık yaşamı bile yadırgar hale gelmemin yanında bunun çok önemli olmayacağını düşünerek teklifini kabul ettim.

Yalnız küçük bir sorun daha vardı. Kocası bu davete ne derdi? Çünkü Şilan'ın bana anlattığı kadarıyla adam en küçük şeyden evde huzursuzluk çıkaran, vara yoğa sinirlenen şirret herifin tekiydi.
- "Peki ya kocan, o ne der bu işe? Ya sana kızarsa?" diye sordum.
- "Rahat ol, " dedi. "Onun derdi sadece benimledir."

Eve dönmeyecektim ve geceyi sokakta geçiremeyeceğime göre onun evine gitmekten başka şansım görünmüyordu. Kurs çıkışı Şilan'la ayrılmıştık. Biraz kafa dinlemeye, yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Elime verdiği adres yazılı kâğıdı cebime attım ve akşama doğru evinde olacağıma dair ona söz verdim.

Gün batmadan Şilan'ların kapısının önündeydim. Müstakil evlerinin küçük ama düzenli bir bahçesi vardı. Şilan, kocasının bahçe düzenindeki hassasiyetinden birçok kez söz etmişti.
Bahçe duvarının hemen yanındaki yoldan geçenleri bu çiçeklerin birbirinden hoş kokuları selâmlıyordu. Bu muhteşem güzelliğe rağmen Şilan'ın halen çiçek sevmediğine akıl sır erdiremiyordum.

Ev ve bahçe kapısı arasındaki renk uyumu, tasarımcılara taş çıkartacak derecedeydi. Adamın belli ki zevkli ve uyumu önemseyen bir yanı vardı. Belki de ilişkilerinde ve hayatın seyrinde tutturamadığı düzen ve ritmi, eşyaya yönlendirerek rahatlıyordu.
Bahçeye açılan geniş ve hayli ağır demir kapıyı sola doğru ittim. İnce rayların üstünde hareket eden küçük demir tekerleklerden çıkan gürültü evin içine kadar gitmiş olmalıydı ki, az sonra Şilan kapıda göründü.

Keman kursuna gidip geldiğimiz sürece Şilan'la birbirimize kısa sürede alışmış, dost olmuştuk. Genelde o anlatır, ben dinlerdim. Kocasından nefretle bahseder, ama baba evine asla geri dönemeyeceğinden dem vururdu.

Onun, gitmek ve kalmak arasındaki ince çizgiden bir adım öteye ilerleyemediğine defalarca şahit olmuştum. Her seferinde benzer şeyleri anlatmasına rağmen ondan hiç sıkılmıyordum. İnsan hiç bir şeyi değiştiremese de, bazen sadece dinleyerek karşısındakine huzur verebilirdi. Bunu yapıyordum.
Birlikte içeri girdiğimizde Şilan'ın ilk işi bana bir bardak soğuk limonata getirmek olmuştu. Bu, içimdeki harareti bir parça söndürebilirdi belki. Bardağı bana uzattıktan sonra karşıma oturmuş bir süre öylece bana bakmıştı. Bir iki soru sorsa da pek oralı olmamış susmayı tercih etmiştim.
- "İstersen birkaç gün burada kal, kendini iyi hissedene kadar en azından, olmaz mı?" dediğinde ona bakıp gülümsedim ve olur manasında başımı salladım.

Şilan'ın kocası henüz eve gelmemişti ama az sonra geleceğini bilmek beni huzursuz etmeye yetiyordu.
Korkunun ecele bir kez daha faydası olmamış ve doğal olarak adam evine gelmişti. Beni gördüğünde önce biraz şaşırmıştı. Açık yeşil gözlerini üzerime dikmiş, donuk bir ifadeyle öylece bakakalmıştı.
Bana başıyla uzaktan bir hoş geldin işareti çakması, tek bir kelime etmeden salondan mutfağa geçmesi, en korktuğum bölümün, en az zararla atlatılmasıydı. Bazen olabileceklerin tahmini, yaşanacaklardan çok daha ürkütücüdür.

Onlar mutfağa geçince ben çoktan arazi olmuş, Şilan'ın bana gösterdiği, sadece misafir geldiğinde kullanıma açıldığı anlaşılan küf kokulu, koyu renk perdeleri olan izbe odaya atmıştım kendimi.
Rutubetten yer yer yeşermiş koltuğa, dizlerimi göğsüme çekerek oturmuştum. En sevimsiz ruh halime bürünmüştüm. Belirsizlik… Bir saat sonrasını bilememek, tahmin bile edememek nasıl da kahreder insanı. Saatlerce aynı pozisyonda oturduğumu, ayaklarımdaki karıncalanmadan anlamıştım.
Salondan mırıltılar geliyordu. Yerimden kalkıp kulağımı kapıya dayadım. İçerden gelen seslerden kalın olanı giderek yükseliyordu. Karşısında ise aralıksız yalvaran kısık bir ses:
- "Ben sana demedim mi, bu bahçe dağılmayacak diye! Ne zaman kadın olacaksın sen, söyle! Ne zaman?"

Şilan'ın sesi o kadar derinden geliyordu ki, söylediklerinden hiç bir şey anlamıyordum.
Şilan'ın annesini düşündüm. Acaba şu yaşananları görse hiç tereddüt etmeden kızını bu cehennemden kurtarır mıydı? Yoksa sadece "bu senin kaderin" demekle mi yetinirdi.

Şilan bir keresinde, bu evliliğin kötü gideceğinin, annesinin içine doğduğunu anlatmıştı. Nişanlıyken, dünürler bir gün gelin bohçası getirmek için Şilanların evini aramışlar. Ahizeyi Şilan'ın annesi kaldırmış ve telefonda evin reisiyle görüşmek isteyen kişinin damadın babası olduğunu tanıyamamış; "Siz kimsiniz?" diye sorma cüretinde bulunmuş. Hay sormaz olaymış.
Adam her şeyden önce parayı gören, görgüsüzün teki olduğundan, "ne yapacaksın kim olduğumu? Boynuma tasma mı takacaksın öğrenip de?" şeklinde cevap verince, kadıncağız utancından yerin dibine geçmiş.
O olmuş, "bu adamlardan hayır gelmez benim kızıma" demiş. Şilan diretmiş, annesini zor ikna etmiş bu evliliğe.
İçerde bağrışmalar devam ederken, buna bir de yerlere fırlatılan, kırılıp dökülen tabak çanak sesleri eklenmişti. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Ökseye tutulmuş kuş gibi titremeye başladım. Ne yapacağımı bilmez haldeydim. Lânet olsun, nereden çıkıp gelmiştim buraya sanki!
En kötü kararın kararsızlıktan iyi olduğunu düşünerek bir hamlede salona attım kendimi.
- "Yeter artık! Ne yapıyorsun sen?"
Deli gibi bağırıyordum. Sadece bağırmakla kalmıyor, aynı anda hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. İkisi de donmuş bana bakıyordu. Adam bir anda öfkeyle üzerime doğru yürümeye başladı.
Kıpırdayamıyordum şimdi de. Üstüme bir karabasan çökmüş, ne bağırabiliyor, ne kaçabiliyordum. Biri gelip ayak bileklerimden aşağı bir kova beton dökmüştü. Gözlerimi kapatıp o koca ellerin boğazıma geçmesini beklemeye koyuldum.
Aramızda bir nefeslik mesafe kalmıştı. "Bana bak!" diyordu. Sinirden dişlerini birbirine kenetleyerek konuştuğu için daha neler dediğinden çok emin olamadım. Gözlerimi açıp ona baktım. Çağla yeşili gözlerinden saçılan alevlerin yakıcı sıcaklığını suratımda hissedebiliyordum. İşaret parmağını bana doğru sallayarak odaya dönmemi emrediyordu.

Aradan saniyenin yüzde biri kadar zaman geçmişti ki, dış kapının mandalına yapışmış buldum kendimi. Dışarı çıkmak, bahçedeki bütün oksijeni ciğerlerime çekmek istiyordum. Aksi halde bayılmam an meselesiydi. Adam "buraya gel!" diye bağırarak peşimden gelmiş, ben kapıyı açmaya yeltenirken o çoktan kiliti yuvasına geçirip anahtarı cebine atmıştı bile.

Ona kapıyı derhal açmasını söylediğimde bana "hayır" dedi. İnsanın bir şeyi karşısındakine bir kez söylemesi ile bin kez tekrar etmesi arasında hiç bir farkın olmadığı zamanlar vardır. O durumda yapılacak tek şey susmaktır.
Ali Türkan'ın gençlere öğütlerde bulunduğu bir yazısında geçiyordu bu. "Bir şeyi birine sadece bir kez söyleyin ya da bir kez isteyin" gibi bir şeydi. Öğütlere açık bir bünyem olmamasına rağmen bunu tutmuştum. Bu yüzden kapıyı açmasını ikinci kez talep etmedim.

Adam, gözle kaş arası odadan kaybolmuştu. İçimdeki korku, yerini tuhaf bir meraka bırakmıştı. Birkaç dakika sonra, elinde alet sandığı, keser ve yaklaşık yirmişer santimlik dört tane tahta parçası ile geri döndü.
Sandığın en üst rafında boy sırasına göre dizilmiş çiviler vardı. Önce üçlük inşaat çivilerinden avuçladı. Kısa bir kararsızlığın ardından aldıklarını itina ile yerine koyup, bu defa altılık çivilerden aldı. Tahta parçalarını simetrik aralıklarla kapıya çakmaya başladı. Artık emindim, bu gece burada nihayet bulacaktı.

Çaresizce odaya geri döndüm. Tıpkı dizilerdeki o salak kızlar gibi, sırtımı kapıya yaslayıp sessizce ağlamaya başladım. Ben gerçekten bir salaktım. Bilmediğim bir evde gecenin bu saatinde ne zorum vardı da bunları yaşıyordum.
İçeriden kesif bir sigara kokusu yayılıyordu. Şilan'ın, kırılan dökülenleri topladığını gelen seslerden anlayabiliyordum. Vakit, gece yarısını çoktan geçmiş, ortalık durulmuştu. Işığı kapatıp koltuğa uzandım. Saatlerce debelenmeme rağmen bir damla uyku girmiyordu gözüme.
İnsanlar, manasız takıntılarına prensip dediğinde, bu kulağa daha hoş gelir niyeyse. Benim de kendimce prensiplerim vardı. Bunlardan biri, her daim görüş alanımda saat olması. Evden çıkarken kol saatimi takmayı unutmuştum. Bulunduğum odada saat olmaması tam bir felâketti. Belki de uykumu kaçıran şey buydu.

Şilan'ın evi tren yolunun hemen kenarındaydı ve gece yarısından sonra şehirden sadece buçuklarda geçen trenin sesinden saatin kaç olduğunu pekalâ hesaplayabilirdim. Az evvel salondan ayrılırken son anda duvardaki saate gözüm takılmış ve saatin gece yarısı 00. 35 olduğunu görmüştüm. Ben odaya girdikten sonra trenin sesini tam üç kez duymuştum.

Yatakta dönüp durmanın sinirlerimi iyice bozmaktan başka bir işe yaramayacağını biliyordum. Kalkıp kemanımı elime aldım. Vivaldi'nin "Dört mevsim" adlı eserini çalmayı denedim. Ancak olmuyordu. Çünkü tellerden biri (sol teli) kopmak üzereydi ve kemandan kulak tırmalayıcı bir ses çıkıyordu.

Bir çekişte kemanımın sol telini koparmayı başarmıştım. Bu bir işaret miydi yoksa? Yani özellikle bam telinin kopması. İşaretlerin hayata yön verdiğine inanmış biri olarak bam telinin elime gelmesi tesadüf olmamalıydı.

Salonda bir hareketlenme başlamıştı. Gelen bağırtıları ve Şilan'ın "ne olur yapma!" diye yalvaran sesini duyunca bir panter çevikliğiyle koltuktan atlayıp salona daldım.
Adam, elindeki bıçağı Şilan'ın boynuna dayamış "bağırma diyorum sana, kes sesini, kes!" diye bağırıyordu.

Bir an küf kokulu odaya geri dönmeyi, pencereyi açıp avazım çıktığı kadar "imdaaatt!" diye bağırmayı düşündüm. Bu pek makul gelmedi. Çünkü adam, bağırtımı duyunca panikleyip, elindeki bıçakla kurbanının kafasını karpuz keser gibi "caarrt!" diye gövdesinden ayırabilir, hal böyle olunca da her tarafa oluk oluk kan fışkırabilirdi. Kaldı ki beni kan tutardı. Bu durumda bu seçeneği derhal bertaraf ettim.

Deminden beri tespih gibi oynadığım keman telini elime dolayarak, yeni işlevine hazır hale getirdim. Adamın sırtı bana dönük olduğundan aynı odada olduğumuzu fark etmemişti. Birinin cinnet geçirdiğine ilk kez şahit oluyordum ve anlaşılan bu gece ilklerin gecesiydi.
Bir kedi sessizliğinde adama yaklaştım. Arkadan, iki ucundan tuttuğum bam telini adamın boynuna hızla bir tur dolayarak deli kuvvetiyle sıkmaya başladım. Sıktım… Sıktım… Bir ara o çiğ yeşil gözlerin geriye doğru düştüğünü ve benden merhamet dilendiğini gördüm. Merhamet damarlarım ne zaman kurumuştu, bilemedim. Oysa ki daha bir hafta evvel yoluma çıkan yaşlı bir adama cüzdanımdaki bütün parayı vermiştim.

Ağzından çıkan köpükler, kaymış gözleri ve yüzünün giderek morarması beni ikna etmeye yetmiyordu. Adamın elindeki bıçağın yere düşüp mermere çarpmasıyla birlikte odada yankılanan "clicckk!" sesini duyana dek sıkmaya devam ettim.
Tam o sırada 04.30 treni geçmekteydi. Bu sesle irkildim. Elimdeki teli bırakmamla beraber, o koca cüsse yere yığılmıştı. Halen hırıltıları geliyordu.
Şilan'a döndüm. Üç beş sene evvel uğruna canını feda edebileceği adamın ölümünü gıkını bile çıkarmadan dehşetle seyrediyordu.

Hırıltılar nihayet kesilmişti. Beş dakika önce kudurmuş bir köpeğe dönmüşcesine saldırganlaşan adam, şimdi bir bebek kadar masum, sonsuz bir uykunun kucağında ağırlanıyordu.
Ağzından çıkan köpüklerin rengi, gözlerinin yeşili ile muazzam bir uyum içindeydi.
Kemanın teli ellerimi kesmişti ve parmaklarımın boğumlarından kanlar akıyordu. Başım dönmeye, midem bulanmaya başlamıştı.

Çocukken, bahçemizdeki incir ağacına asılı salıncağa bindiğimde, ağaçta sallanan ipi aynı yönde defalarca döndürürdüm. İpin kıvrılması, başımın üstüne kadar gelince, ayağımı yerden aniden keser, salıncak kendi kendine hızla dönerken ben de uçuyormuş gibi olurdum.
Salıncaktan indiğimde dengemi sağlayamaz her seferinde istisnasız yere yapışırdım. Sonra da içimdeki o kusma isteğini bastırmak için eve koşar, dolaptaki bütün kara zeytinleri yerdim.
Sendeleyerek birkaç zeytin bulma umuduyla mutfağa koştum

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder