29 Şubat 2012 Çarşamba

Aşkların en güzeli

Bugünün ilköğretim Türkçe kitapları hayli sıkıcı metinlerle dolu. Ben şahidim. Nerede bizim çocukluğumuzun o derin hikâyeleri.
Küçük bir çocuktan bahsederdi bir tanesinde. Bizimki oyun oynamak için dışarı çıktığı bir gün karşı tepede camları altın gibi parıldayan bir ev görür. Her yerde gördüklerine benzemeyen bu eve, merakı her geçen gün arttıkça artar. En sonunda dayanamayıp onca yolu kat eder ve evin yanına gider.
Hayal kırıklığı ve muz kabuğu tabi.

Çünkü evin camlarına yansıyan bu parıltı sadece güneşin ışık oyunlarından biridir. Gerçek olan tek şey, ağır bedelli bir yanılsamadır.
O sıra ne zaman sokağa çıksam etrafımdaki ışıltılı şeyler dikkatimi daha bir çeker olmuştu.
Sokağın üç beş kızı toplanmış yine aylak aylak dolandığımız günlerden biriydi.
Mahallenin başındaki yeşil boyalı, iki katlı bir evin oralardaydık o gün. Bu evin bizim yaşlarımızda Müge ve Tolga adında iki de çocuğu vardı, bilirdik. Evleri gibi çocuklarının isimleri de afili gelirdi bize. Çocukluk işte. Gün boyunca hiç dışarı çıkmadıklarından onların hastalıklı olduklarına inanır, acırdık gariplere. Zira her sağlıklı çocuğun yeri okul dışında, sokak olmalıydı.

Eve dönelim. Şu yeşil boyalı, iki katlı, çocukları marazlı eve. Birkaç kez tavaf ettik evi. Bir ara birinci katın arka tarafındaki küçük bir pencereye takıldı gözüm. Açık duran pencereden pırıltılı, kalın bir zincir görünüyordu. Ne olduğunu bir türlü anlayamamıştım. Öyle güzel ışıldıyordu ki, bir müddet gözlerimi alamamıştım. Tıpkı hikâyedeki gibiydi.
O gece gözüme uyku girmemişti. Ertesi gün aynı ekiple yine oradaydık. Aklıma mıh gibi çakılıp kalan o şeyi yoldaşlarıma göstermeliydim. Tavandan aşağıya doğru sarkan o altın sarısı zincirin ne olabileceğine dair aramızda beyin fırtınası başlatmıştık. Bu fırtına fazla sürmemiş yerini sessizliğe bırakmıştı. Çünkü birazdan daha büyük bir fırtına kopacaktı.
Gizemli pencerenin karşısındaki duvarın dibine sinmiş, bakışlarımızı sarkan zincire asmıştık.
O dâhiyane fikrin hangimizden çıktığını şu an hatırlamıyorum ama ne yapacağımıza dair kötü de olsa bir fikrimiz vardı artık. Bremen Mızıkacıları gibi birbirimizin omzuna çıkarak zinciri çekip alacaktık. Ancak bu şekilde onun ne olduğunu anlayabilirdik.
Her şey planladığımız gibi gidiyordu. Etraf sakinceydi. O Alman masalındaki gibi üst üste dizilivermiştik. İçimizde en çelimsiz ben olduğum için bu yüce görev bana düşmüştü.
Altın zincirin büyüsünün bozulmasına saniyeler kalmıştı. Pencereye tutununca zinciri tuttuğum gibi bütün gücümle kendime doğru çekmiştim.
Zincirin elime geleceğini sanırken korkunç bir gürültüyle hepimiz Yeni Cami önüne serpilen güvercin yemleri gibi yerlere saçılmıştık.
Zannediyorum kendi rekorumuzu kırıp üç beş saniye içinde soluğu kendi çöplüğümüzde almıştık. Her birimiz duyduğumuz o dehşet gürültünün şokundaydık. O sesin ne olabileceğini hararetle birbirimize soruyor, bilemedikçe daha çok kaygılanıyorduk. Niyeyse hiç iyi bir ihtimal gelmiyordu aklımıza. Ya o eve çok büyük bir zarar verdiysek, ya birinin canına kastettiysek, ya polis bizi aramaya başlamışsa...
Oluru yoktu. Yeşil boyalı evin kapısını çalıp yediğimiz nanenin hesabını aslanlar gibi verecektik. Özür dileyecek, gerekirse her türlü cezaya eyvallah diyecektik. Bu sayede hem merakımızı giderecek, hem de vicdanımızı rahatlatacaktık.

Öyle de yaptık. Gittik ve dizlerimiz titreye titreye kapıyı çaldık. Bize kapıyı açan kadına olanları hiç bir detayı atlamadan anlattık.
Kadının bize kızmasını, bağırıp çağırmasını hatta kulağımızdan tutup polise götürmesini beklerken, onun olan bitene katılarak gülmesi bizi iyiden iyiye telâşlandırmıştı. Aklı başında bir insan böyle korkunç bir olay karşısında nasıl kendinden geçercesine kahkahalar atabilirdi, aklımız almıyordu.
Bir ara kendini toplayıp "korkmayın çocuklar, kızmadım size ama böyle şeyler yapmayın bir daha" dediğini hatırlıyorum.
Kadın tam kapıyı kapatmak üzereydi ki, son bir hamleyle bizi meraktan öldüren o şeyin ne olduğunu mahçup bir ifade ile sorduk.
Kadın soruyu duyunca bir yandan gülmekten akan gözyaşlarını siliyor, bir yandan da merakımızı gideren cevabı veriyordu.
- "O zincir, sifonun koluydu rahat olun şimdi."
Sifonun ne olduğunu bilememiştik ama rahatlamayı becerebilmiştik.
Bu yüzden ne zaman biri bana "aşkların en güzeli uzaktan sevmektir" dese, niyeyse aklıma bu hikâyem gelir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder