29 Şubat 2012 Çarşamba

Biz babadan böyle gördük

Darbe yılları idi. Küçük bir kız çocuğunun gözlerinde korkunun nasıl kol gezdiğini çok rahat görebileceğiniz bir dönemdi.
Gençlerin başlarının sık sık belâya girdiği, herkesin sindiği, sustuğu günlerden bir gün, daha doğrusu gecelerden bir gece idi.
O gün babam, uzun ve yorucu kamyon seferlerinden birini daha tamamlamış eve dönmüştü. Dışarıda hava kararmış, gökyüzünün delindiğini düşündürten bir yağmur başlamıştı. Karanlık ve aşırı yağışlı gecelerden halen korkuyor olmamın o geceyle ilgisi nedir bilemiyorum.
Yağmurun şiddetini, babamın içeri yağmur girmesin diye pencere ile demir parmaklıklar arasına gerdiği, yazın yıkanıp tavan arasına saklanan, kışın başlarında tekrar gün yüzüne çıkarılan o kalın naylonlara çarpma hızından pekalâ tahmin edebiliyorduk.
O gece, evdeki herkesi derin bir sessizliğe gömen, pencerenin önündeki divana uzanan babamın şekerlemesi miydi yoksa olası bir tehlikenin habercisi miydi anlayamıyorduk. Tek merak ettiğimiz şey; babamın aslan kükremesini andıran horlaması ile dışarıdan gelen yağmur sesinin kıran kırana savaşından kimin galip çıkacağıydı.
Bizim evde ne vakit bir matem sessizliği olsa bunun sadece iki nedeni olabilirdi. Ya darbe olmuştu ya da babam uyuyordu. Üçüncü bir ihtimal söz konusu bile olmazdı. Evdeki beş çocuğa rağmen böyle bir sükunetin faili, elbette gerçek bir kahramandı benim nazarımda.
Pencerenin önünde patlayan bir el silâh sesiyle hepimiz irkilmiştik. Babamın, yağmurun sesini bile bastıran horultusu bıçak gibi kesilmiş, bu ses adamcağızı ani bir hareketle yattığı yerden tutup elektrik düğmelerinin yanına fırlatmıştı. Bir anda her yer zifiri karanlık olmuş ve ben korkudan ölebilmenin ne demek olduğunu o gece öğrenmiştim.
Babam o kışın başında kalın naylonları pencerelere gererken, sokağı kontrol edebilmek için onların bir köşesini yine kıvırmıştı. Kış aylarında dış dünyaya açılan ufkumuz ancak o kadardı.
Evimizin hemen karşısına dikilen sokak lambasının yardımıyla geceleri görüş alanımızda ne olup bittiğini bu sayede rahatlıkla(!) görebiliyorduk. En azından dünyamıza hükmeden kısmını.
Babam başını cama yaslamış ne olduğunu anlamaya çabalıyordu. Ölmekle kalmak arasında kararsız kalmış bir hastanın kalp atışlarını duymaya çalışan biri gibiydi. Ara ara da bize dönüp "Şşşş! Sessiz olun!" diye fısıltıyla bağırıyordu.

Sanki biz de ses çıkaracak hal kalmıştı.
Tam bu esnada bir el silâh sesi daha duyuldu. Babam telâşla pencereden dışarıya bakarken, bir yandan da bize bağırıp çağırmaya devam ediyordu.
Genç bir adamın "yardım ediiin, ölüyoruumm!" diye bağrışlarını, yağmurun sesinden zar zor seçebilmiştik. Babamın, durumu anlaması ile meraklı sorularımıza ve üzerindeki çizgili pijamalara aldırmadan kendini sokağa atması bir olmuştu.
Pencereye koşmuştum. Dünyayı takip ettiğim o küçük aralıktan, babamın ölümü hiçe sayarak o yaralı genci sırtına alışını, onu kamyonuna yerleştirmesini gözlerimi kırpmadan seyretmiştim.
Babam onu hastaneye götürmüş sabaha kadar da dönmemişti.
Onun ülkücü bir genç olduğunu, solcu birkaç kişi tarafından o gece kurşunlandığını, babam ona yardım etmeseymiş onun çoktan ölmüş olabileceğini ama bu sayede kurtulduğunu ertesi gün evi dolduran komşularımızın konuşmalarından yarım yamalak da olsa anlamış gibiydim.
Dün akşam haber bültenlerinde, Bedri Baykam'ın bıçaklanmasının hemen ardından sokaklarda nasıl çığlık çığlığa koşuşturduğunu, çevresindekilerden yalvararak nasıl yardım istediğini, orada bulunanların bu duruma kayıtsız kalışlarını hatta daha da ileri gidip yardım etmemek için arabalarının kapılarını soğukkanlılıkla kilitleyebildiklerini dehşetle izledim.
Yağmurlu, kurşunların karanlığı deldiği, sokak lambasının aydınlattığı o geceye döndüm. Divanın üstünde diz çöküp koca dünyayı o küçücük aralıktan yeniden seyrettim.
Benim kahramanım babamdı, bunu bir kez daha anladım

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder